Devletin eleştirisi

▪ Hukukun üstünlüğü alıklığı
▪ Anayasal aptallık
▪ Devlet fetişizmi
▪ Devleti inkâr mücadelesi

Sömürü, karşılığı ödenmemiş emeğe el konulması demektir. Bir toplumdaki sömürü mekanizmasını tanımlamak, o toplumdaki bağımlılık ilişkisini ve buradan hareketle devlet biçimini çözümlemede anahtardır:

“Karşılığı ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özgül ekonomik biçimi, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. … Bütün toplumsal yapının, onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, ona tekabül eden devletin özgül biçiminin en içteki sırrını, gizli temelini açık eden şey, daima, üretimin koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 3, s. 791.)

Kapitalizm öncesi toplumlardaki doğrudan üreticilerin çoğunluğu, köle ilişkisiyle köle sahiplerine, serf ilişkisiyle de feodal beylere kişisel olarak bağımlıydılar. Bu toplumlarda “karşılığı ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özgül ekonomik biçimi” çıplak el koymaya dayalıydı. Bundan ötürü, mülk sahiplerinin mülksüzler üstündeki egemenliği doğrudandı, açık seçikti, kolayca anlaşılırdı. Bu toplumlarda egemen sınıf üyeleri hem mülk sahipleri olarak hem de mülksüzlerin efendileri olarak doğrudan doğruya devleti oluştururlardı.

Ancak meta ilişkileri geliştikçe, toplumsal güç yavaş yavaş kişilerin elinden kayıp gayri şahsi toplumsal güçler olarak metada, değerde, parada, piyasada, sermayede yoğunlaşmaya başladı. Kapitalist toplumda bireylerin “hâkimi ve efendisi”, artık ağa, şeyh, bey gibi örfen, dinen, siyaseten güçlü kişiler değil, fakat meta, değer, para, piyasa, ücretli emek, sermaye gibi insanların kontrolü dışındaki gayri şahsi toplumsal ilişkilerdir:

Kişisel bağımlılık ilişkilerinden (kapitalizm öncesi ilişkilerden – YZ) farklı olarak, nesnel bağımlılık ilişkileri (kapitalizmdeki ilişkiler – YZ) şöyle karakterize edilir: Bireyler eskiden birbirlerine bağımlı iken, şimdi artık soyutlamaların tahakkümü altındadırlar. (Bu nesnel bağımlılık ilişkileri, toplumsal ilişkilerin bireylerden bağımsızlaşıp görünürde bağımsız olan bireylerin karşısına çıkmasından başka bir şey değildir. Yani bireylerin karşılıklı üretim ilişkilerinin bireylerden kopması ve bireylere karşı bağımsızlaşması.) Soyutlama ya da idea ise, bireyin hâkimi ve efendisi olan bu maddi ilişkilerin teorik ifadesinden başka bir şey değildir.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 164.)

Kapitalizm öncesi toplumlardaki sömürü, mülk sahiplerinin mülksüzler üstündeki kişisel tahakkümüne dayanır. Kapitalist toplumdaki sömürü ise gayri şahsi toplumsal ilişkilerin nesnel zorlamasına dayanır. Kapitalist toplumda mülk sahiplerinin mülksüzleri sömürmesi, meta, değer, para, ücretli emek, sermaye gibi ekonomik ilişkilerin dolayımıyla gerçekleşir.

Hukukun üstünlüğü alıklığı

Burjuva hukuk, burjuva toplumu ören meta, değer, para, piyasa, ücretli emek, sermaye gibi gayri şahsi toplumsal ilişkilerin dokunulmazlığını temel alır. Burjuva hukuk bu temelde, metalar arasındaki mübadele ilişkisinin insanlar arası ilişkilere yansımasını düzenler. Burjuva hukuk, meta mübadelesi içindeki yalıtık-özel bireyin ve onların birbirleriyle metalar aracılığıyla kurdukları toplumsal ilişkilerin resmî tanımını yapar.

Kapitalistler, sermayenin hareketine vesile olan, böylece sermayenin toplumsal iktidarını kişiliklerinde soğuran ekonomik aktörlerdir. Kapitalist bireylerin mülksüz bireyler üstündeki toplumsal yaptırım güçleri, herhangi bir soyluluğa mensubiyetlerinden ya da siyasal iktidar sahibi olmalarından değil, fakat sermayenin hareketinde oynadıkları rolden kaynaklanır.

Burjuvazinin toplumsal iktidarı, burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmiş olmasından doğmaz. Özel mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, pazarın, ücretli emeğin, sermayenin soyut toplumsal iktidarı, mülk sahibi sınıfta tecelli ettiği için burjuvazinin toplumsal iktidarı vardır. Burjuvaziyi toplumsal olarak egemen kılan bu üretim ilişkileri, aynı zamanda siyasal olarak da egemen kılar:

“Eğer burjuvazi, ‘mülkiyet ilişkilerindeki adaletsizliği’ siyasal olarak, yani elindeki devlet iktidarı sayesinde ‘devam ettiriyor’sa adaletsizliği yaratmıyor demektir. Modern iş bölümü, modern mübadele biçimi, rekabet, yoğunlaşma vb. tarafından belirlenen ‘mülkiyet ilişkilerindeki adaletsizlik’, hiç de burjuva sınıfın siyasal egemenliğinden doğmaz. Tersine, burjuva sınıfın siyasal egemenliği, burjuva ekonomistlerinin zorunlu ve ebedi olduğunu ilân ettikleri bu modern üretim ilişkilerinden doğar.” (K. Marks, “Ahlâk Dersi Verici Eleştiri ve Eleştirisel Ahlâk”, 11 Kasım 1847, METE, İng., c. 6, s. 312.)

Kapitalizm öncesindeki devletler, mülk sahibi sınıfın egemenliğini, mülk sahiplerinin kişisel imtiyazlarını resmen tanıma yoluyla doğrudan doğruya korurdu. Burjuva devlet ise mülk sahibi sınıfın egemenliğini, mülk sahiplerine bireysel bazda imtiyaz tanıyarak korumaz. Onun yerine, özel mülkiyet, meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye gibi gayri şahsi toplumsal ilişkilere resmî dokunulmazlık kazandıran burjuva hukukunu korur. Burjuva devlet, burjuva hukuku koruyarak, mülk sahibi sınıfın egemenliğini dolaylı yoldan ama böylece daha güvenli biçimde korumuş olur.

Burjuva toplumu oluşturan gayri şahsi toplumsal ilişkiler, zihinleri içeriden kuşatarak, meta fetişizmini doğurduğu gibi hukukun üstünlüğü alıklığını da doğurur. Paranın, piyasanın, sermayenin hükümranlığını sürdürmesi açısından, zihinlerdeki iç kuşatmanın, yani hukukun üstünlüğü alıklığının çok önemli bir işlevi vardır.

Anayasal aptallık 

Devlet sapkınlığının kapitalizm öncesi toplumlardaki örgütlenişi güçlerin (erklerin) birliğine, kapitalist toplumlardaki örgütlenişi ise güçler ayrılığına dayanır.

Kapitalizm öncesi toplumlardaki egemen toplumsal ilişkiler kişisel bağımlılık ilişkileridir. Kişisel bağımlılık ilişkileri, egemenlerin hiyerarşik bir yapılanma içinde kişisel-keyfi erk kullandığı devlet düzenine tekabül eder. Kapitalizm öncesi devletlerde yasama, yürütme ve yargı erkleri, çoğu durumda, hiyerarşinin tepesindeki hanedanda yoğunlaşır.

Kapitalist toplumlardaki egemen toplumsal ilişkiler ise meta, değer, para, piyasa, ücretli emek, sermaye gibi kişisel olmayan, yani nesnel bağımlılık ilişkileridir. İnsanlar arasındaki nesnel bağımlılık ilişkilerinin gayri şahsi işleyişi, bu kişiler üstü tarzını devletin işleyişine de yansıtır. Meta, para, piyasa ilişkileri, uzun vadede, erklerin tek elde toplanmasını ve keyfi erk kullanımını kaldırmaz. Bu nedenle, olağan burjuva devlet örgütlenmesinde güçlerin ayrılığı ilkesi gözetilir.

Devlet iktidarının örgütlenişinde güçler ayrılığını savunan anayasacılık hareketi, burjuvazinin yükselişiyle birlikte tarih sahnesine çıkmıştır. Anayasacılık hareketi, kişisel bağımlılık ilişkilerine tekabül eden monarşik devlet düzenine karşı, nesnel bağımlılık ilişkilerine tekabül eden anayasal devlet ve hukukun üstünlüğü mücadelesi vermiştir.

Yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrı ayrı organlarda örgütlenmesi, devlet aygıtının gayri şahsi işleyişini sağlama yolunda, kişisel-keyfi erk kullanımına ve yüksek mevkilerde aşırı güç birikmesine karşı fren ve denge sistemi olarak gelişmiştir.

Güçlerin birbirlerinden ayrı olarak nasıl örgütleneceği, birbirleriyle nasıl ilişki kuracağı, denge ve denetleme mekanizmaları, devlet ile yurttaşlar arasındaki ilişki biçimleri, toplumsal mücadeleler içinde belirlenir. Anayasalar, bu mücadeleler içinde oluşan iradenin vazettiği kurulumu kayda geçirir.

Devlet örgütlenmesinde güçler ayrılığı fiilen var olduğu sürece, anayasa vardır. Güçler ayrılığını ortadan kaldırıp güçlerin birliğini dayatan diktatörlüklerde gerçek anlamda anayasa olmaz. Başka bir deyişle, diktatörlüklerdeki güçlerin birliğini tescil eden devlet teşkilatlanma belgesine anayasa denmez.

Toplumsal kurtuluş mücadelesi açısından, güçlerin birliğine dayanan despotik devlete karşı güçler ayrılığını gözeten olağan devlet tercih edilir. Çünkü olağan burjuva devlet düzeninde toplumsal çelişkiler daha berraklaştığı için toplumsal kurtuluş mücadelesi daha açık verilir:

“Ayaklarımızın dibinde açılan bu derin uçurum, … bizi devlet biçimleri üzerine mücadele etmenin anlamsız, aldatıcı ve boşuna olduğuna inandıracak mı? …

“En iyi devlet biçimi, toplumsal çelişkilerin bulanıklaşmadığı, keyfi olarak -yani sırf yapay olarak, dolayısıyla sadece görünüşte- alt düzeyde tutulmadığı devlet biçimidir. En iyi devlet biçimi, bu çelişkilerin açık mücadele aşamasına yükseleceği ve bu süreçte çözüme ulaşacağı devlet biçimidir.” (K. Marks, “Haziran Devrimi”, 1848, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1848/06/29a.htm)

Devlet örgütlenmesinde güçlerin ayrılığı, evet, güçlerin birliğine tercih edilir. Ancak unutmamak gerekir ki, her iki ilke de toplumu iktidarsızlaştıran devlet sapkınlığının nasıl örgütleneceğine dairdir. Her iki ilke de devlet sapkınlığının varlığıyla bağlıdır. Toplumsal kurtuluş mücadelesi, devletin gasbettiği iktidarı insana geri döndürme mücadelesi verirken, devlet sapkınlığına dair bu ilkeleri de toptan inkâr eder.

Marks bu nedenle, 1848 Fransız anayasasını eleştirdiği bir yazıda, güçler ayrılığının sanki matah bir ilkeymiş gibi sunulmasını “anayasal aptallık” olarak niteler:

“‘2. Güçler ayrılığı, özgür bir hükûmetin en başta gelen koşuludur.’ (Anayasadan alıntı – YZ)

“İşte, o eski anayasal aptallıkla karşı karşıyayız. (Oysa – YZ) ‘özgür hükûmet’in koşulu, güçlerin ayrılığı değil, fakat birliğidir.” (K. Marks, “4 Kasım 1848’de kabul edilen Fransız Cumhuriyet Anayasası”, 24 Mayıs – 8 Haziran 1851.)

Marks’ın yukarıda zikrettiği güçlerin birliği ile devlet örgütlenmesindeki güçlerin birliği aynı değildir.

Devlet örgütlenmesindeki güçlerin birliği, güçlerin devletin tepesinde tek elde toplanmasıdır. Otokratik rejimlerdeki, tek parti diktatörlüklerindeki güçlerin birliğidir.

Marks’ın savunduğu güçlerin birliği ise devletin gasbettiği güçlerin topluma geri dönmesi, böylece bütün güçlerin toplumun bağrında birliğinin sağlanması anlamına gelir.

Burjuva devlet örgütlenmesinde erkler, toplumdan koparılmış olmalarının yanı sıra, karmaşık bürokratik labirentler içinde örgütlenerek toplumdan iyice uzaklaştırılır. Güçlerin, yani erklerin basit, şeffaf, kolayca denetlenebilir yapılar hâline getirilmesi yolunda Paris Komünü’nün bulduğu pratik çözümlerden biri şudur:

“Komün, parlamenter bir yapı değil, fakat aynı anda hem yürütmeci hem de yasamacı olan ve işleyen bir yapı olacaktı.” (K. Marks, “Fransa’da İç Savaş”, Nisan-Mayıs 1871, MESE, İng., c. 2, s. 220.)

Paris komünü, kamu görevlilerinin toplumdan koparak toplumun efendisi hâline gelmesine karşı şu çözümü üretti. Yargıçlar dahil bütün kamu görevlileri, yukarıdan atamayla değil, fakat halkın doğrudan seçmesiyle işbaşına gelecekti. Herhangi bir kamu görevlisi, eğer zaman içinde halka sırtını dönerse belli bir oy sayısıyla geri çağrılabilecekti. Dahası, hiçbir kamu görevlisinin maaşı ortalama işçi maaşından daha yüksek olmayacaktı. Ayrıca, düzenli ordu kaldırılıp onun yerine silahlanmış halk müfrezeleri getirilecekti.

Bu önlemler, o zamanki sınırlı gelişme koşullarında, devrimci pratiğin yarattığı son derece ufuk açıcı önlemlerdir. Hiç kuşkusuz, toplumsal kurtuluş mücadeleleri geliştikçe, devletin pratik eleştirisi yolunda bu önlemler de aşılacak, defalarca daha ileri çözümler bulunacak ve onlar da aşılacaktır.  

Devlet fetişizmi

Cahiliye devrinin nazariye esnafı, devleti, bir sınıfın öteki sınıf üzerindeki baskı aracıdır diye tanımlamıştır. Devleti sadece bir araç olarak takdim eden bu sığ tanım, devleti devralmayı masum gösteren zihinsel bir tuzaktır.

Oysa devlet, fikri hiyerarşi açısından, bir araç olmaktan önce, insana aykırı bir toplumsal ilişkidir. Devlet kavramının öncelikle tespit edilmesi gereken fikri zemini budur.

Devleti ortaya çıkaran tarihsel süreç ile özel mülkiyeti, metaı, değeri, parayı, pazarı, mülksüz emekçi sınıf ile mülk sahibi emek dışı sınıfı ortaya çıkaran aynı yabancılaşma sürecidir. Yabancılaşma süreci, toplumsal yönetim ve koordinasyon işlevlerini toplumsal gövdeden kopararak devlet sapkınlığını yaratmıştır.

Özel mülkiyet, meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye gibi insana aykırı toplumsal ilişkiler, insanların kendi faaliyetlerinden doğar ama insanların iradelerinin dışında otonom bir toplumsal iktidar kesbeder ve dönüp insanları tahakküm altına alır. İnsanların kendi faaliyetlerinin kendi kontrollerinden çıkarak otonom toplumsal güçler hâline gelmesi, sonra dönüp insanlara hükmetmesi, mistik, gizemli, akıl sır ermez bir olgudur.

Bu esrarengiz olguyu yaratan insana yabancılaşmış faaliyetin mistik karakteri, insanların zihnine mistik sisler olarak, meta fetişizmi olarak, fetişist bilinç biçimleri olarak yansır.

Nasıl ki metaı, değeri, parayı, piyasayı yaratan yabancılaşmış faaliyet zihinlere akarak meta fetişizmini doğurur, böylece metaa göre hizalanmayı, paranın padişahlığını, piyasanın gayri şahsi hükümranlığını insanlara doğalmış gibi gösterir, aynı şekilde, devleti yaratan yabancılaşmış faaliyet de zihinleri içeriden kuşatıp alıklaştırarak insanları devlet fetişizmiyle büyüler, böylece devletli yaşam sapkınlığını sorgulanamaz kılar.

Devlet fetişizminin esir aldığı zihinler, toplumun iktidarsızlaşması pahasına oluşan devleti, sanki toplumu çekip çeviren tılsımlı bir araçmış gibi algılar. Devlet öylesine tılsımlıdır ki, ister hanedan içi verasetle, ister darbeyle, ister seçimle gelsin, bu fetiş aracı kim ya da hangi siyasal kadro eline geçirirse toplumu tasarladığı yöne doğru sevk edebilir diye düşünülür.

Devlet fetişizmiyle alıklaşmış olan siyasal akıl, toplumsal yönetim ve koordinasyon işlevlerini toplumsal gövdeye geri kazandırma mücadelesine, daha kapsayıcı ifadeyle, toplumsal kurtuluş mücadelesine yol gösteremez.

Toplumsal kurtuluş mücadelesinin, devleti pratikte inkâr etmek yerine, devlet iktidarını ele geçirerek devlet aygıtını kendi amaçları için kullanması mümkün değildir. Çünkü insanı insanlıktan çıkaran koşullara ait olan ve varlığı sürdükçe o koşulları yeniden üreten devlet sapkınlığı, insanın kurtuluşuna hizmet edemez:

“İşçi sınıfı, hazır devlet makinesini basitçe ele geçirip onu kendi amaçları için kullanamaz. İşçileri köleleştirmenin siyasal aracı, işçilerin kurtuluşunun siyasal aracı olarak hizmet veremez.” (K. Marks, “Fransa’da İç Savaş”, İkinci Taslak, 1871, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1871/civil-war-france/drafts/ch02.htm#D2s1)

Devleti inkâr mücadelesi 

Devlet, ilkel komünal topluluklardaki kendi kendini yönetmenin inkârı olarak doğmuştur. İnsanın kendini yönetme iktidarına yeniden kavuşabilmesi için, böylece sahici insan yaşamını kurabilmesi için inkârın inkâr edilmesi, yani devletin inkâr edilmesi gerekmektedir.

Devleti inkâr etme mücadelesi, toplumsal kurtuluş mücadelesinin özgül bir veçhesidir. Devleti pratikte adım adım inkâr ederek ortadan kaldırma mücadelesi, devletin gasbettiği toplumsal güçleri adım adım siyasal biçimlerden soyarak topluma geri döndürmeyi hedefler.

Sivil toplum, devletin gasbettiği toplumsal güçlerin gerçekte kendine ait olduğunu idrak edip kendi toplumsal güçlerini siyasal güçler biçiminde kendinden ayırmadığı ölçüde, kendi toplumsal güçlerini siyaset-devlet alanından geri alıp doğrudan doğruya kendisi örgütlediği ölçüde sivil toplum olmaktan çıkar ve sahici insan toplumu, yani komünal toplum olur:

“Bütün kurtuluş (insanlığın kurtuluşu – YZ), insan dünyasının ve insan ilişkilerinin insanın kendisine geri dönmesinden ibarettir.

“Siyasal kurtuluş, insanın, bir yandan sivil (burjuva – YZ) toplum üyeliğine, egoist ve bağımsız bireye (yalıtık bireye – YZ), öte yandan yurttaşa, hukuksal kişiye indirgenmesidir.

“Ne zaman ki gerçek, tekil insan soyut yurttaşı kendi içine soğuracak ve tekil bir insan olarak kendi günlük yaşamında, kendi işinde, kendi ilişkilerinde bir insan türü varlığı (komünal varlık – YZ) hâline gelecek, ne zaman ki insan kendi öz güçlerini toplumsal güçler olarak idrak edip örgütleyecek ve böylece toplumsal güçleri siyasal güçler (devlet – YZ) biçiminde kendinden artık ayırmayacak, işte ancak o zaman insanın kurtuluşu tamamlanmış olacaktır.” (K. Marks, “Yahudi Sorunu Üstüne”, 1843, Seçme Yazılar, çev. David McLellan, İng., s. 57.)

Açıktır ki, geleceğin hiyerarşisiz, devletsiz, komünal yaşamı ile bugünün cinnet gerçekliği arasında uçurum vardır. Hiçbir ölümlünün zihninden bu uçurumun nasıl aşılacağına dair bir yol haritası çıkmış ya da çıkacak değildir. Çünkü bu uçurumu aşacak olan köprüyü, ancak muazzam kalabalıkların mücadele içinde kolektif yaratıcılık ve mutabakatlarla bulacağı pratik çözümler dizisi inşa edebilir.

Devleti pratikte inkâr mücadelesinin, başka bir deyişle, devletin yığınsal-pratik eleştirisinin ilk belirgin örneği Paris Komünü’dür. 1871 Paris ayaklanması, yığınsal yaratıcılıkla devleti pratikte inkâr etmenin bir yolunu açmaya çalışmıştır.

Marks, Paris Komünü’ndeki devleti inkâr ışığını şöyle ifade eder:

“Komünal kuruluş, şimdiye kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini engelleyen asalak devlet tarafından emilmiş bulunan bütün güçleri toplumsal gövdeye geri verecektir.” (K. Marks, “Fransa’da İç Savaş”, 1871, MESE, İng., c. 2, s. 222.)

Marks, Paris Komünü pratiğinden, devleti inkâr mücadelesine dair şu çıkarımları yapar:

“Komün, İmparatorluğun, yani … devlet iktidarının, merkezileşmiş yürütmenin sahici antiteziydi. … Komün, devlet iktidarının şu veya bu biçimine, devlet iktidarının meşru, anayasal, cumhuriyetçi ya da emperyalist biçimine karşı girişilen bir devrim değildi. Komün, bizatihi devlete karşı, toplumun böyle doğaüstü düşürülüşüne karşı bir devrimdi. Komün, halkın kendi toplumsal yaşamını kendi eliyle kendisi için geri alışıydı. Komün, devleti yönetici sınıfın bir fraksiyonundan öteki fraksiyonuna transfer edecek bir devrim değil, fakat bu iğrenç sınıf egemenliği aygıtını yıkacak bir devrimdi. Komün, sınıf egemenliğinin yürütmeci ve parlamenter biçimleri arasındaki cüce mücadelelerden biri değil, fakat bu her iki biçime karşı bir ayaklanmaydı. … Komün, İkinci İmparatorluğun (devletin – YZ) kesin olarak inkârı ve bundan ötürü de on dokuzuncu yüzyıl toplumsal devriminin (sosyalist toplumsal devrimin – YZ) ilk adımıydı.” (K. Marks, “Fransa’da İç Savaş”, Birinci Taslak, 1871, Seçme Yazılar, çev. David McLellan, İng., s. 553-554.)

Özetle, Paris komünü

– “devlet iktidarının … antiteziydi”.

– “bizatihi devlete karşı … bir devrimdi”.

– “halkın kendi toplumsal yaşamını kendi eliyle kendisi için geri alışıydı”.

– “bu iğrenç sınıf egemenliği aygıtını yıkacak bir devrimdi”.

– “İkinci İmparatorluğun (devletin – YZ) kesin olarak inkârı”ydı.