▪ Hegel’in muhteşem keşfi
▪ Feuerbach’ta insan faaliyeti yok
▪ İnsan olmaya geldik
İdealist felsefe, insan ile doğa ilişkisini insan – doğa düalizmi olarak görür. Bu yaklaşım insanı doğanın dışına çıkarır. Kaba materyalizm ise insan ile doğayı dolayımsız birlik hâlinde görür. Bu anlayış da insanı doğa içinde eriyip giden herhangi bir canlı varlık derekesine düşürür. O zaman özne ile nesne birbiri içinde kaybolur. İnsanın bilinçli faaliyeti, sıradan doğa süreçlerine indirgenir.
Marks’a göre, özne ile nesne birbirinden farklıdır ama diyalektik bir birlik içindedir. İnsan ile doğanın diyalektik birliğini emek dolayımı sağlar. İnsan ile doğa arasındaki alışveriş, emek dolayımı sayesinde gerçekleşir.
Dolayım, bir olgu ile öteki olgular arasındaki aracı süreç demektir. Bir olgunun nitelikleri, öteki olgularla karşılıklı etkileşimde kendini gösterir. İnsan emeği, insan ile doğa alışverişine aracılık eden süreçtir. İnsanı insan kılan nitelikler, yani insani öz, insanın doğayla etkileşimini sağlayan emek süreci içinde gelişir.
İnsan, emek faaliyeti içinde yaratıcı kudretini geliştirerek kendisini inşa eder. Bu anlamda, insani öz, yerden aldığı taşı bir dal parçasına bağlayarak ilk baltayı yapmayı akleden, böylece doğayla alışverişin dar sınırlarına meydan okuyan prehistorik insanda mayalanmaya başlamıştır.
İnsan, emek süreci içinde, bir yandan doğayı kendi ihtiyaçlarına göre dönüştürerek doğayı insanileştirir, bir yandan da insani özünü adım adım geliştirerek kendisini yaratır. Tarih, insanın kendi kendini yaratma ve doğayı dönüştürme faaliyetidir:
“Dünya tarihi denen şeyin tamamı, insanın insan emeği tarafından yaratılmasından, doğanın insana göre oluşturulmasından başka bir şey değildir.” (K. Marks, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, İng., s. 107.)
Hegel’in muhteşem keşfi
Marks diyalektik yöntemi, evet, Hegel’den almıştır. Ama bu nasıl bir almaydı, Marks’ın diyalektikten anladığı neydi? Marks’tan okuyalım:
“Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, fakat onun tam karşıtıdır. Hegel’e göre insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci -ki Hegel bunu ‘Fikir’ adı altında bağımsız bir özneye bile dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısıdır. Gerçek dünya, ‘Fikir’in sadece dışsal ve görüngüsel biçimidir. Bana göre ise durum tersinedir. Fikir, maddi dünyanın insan zihnine yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir. …
“Diyalektiğin Hegel’in elinde mistikleşmiş olması, diyalektiğin genel işleyiş biçimini ilk kez Hegel’in kapsamlı ve bilinçli bir tarzda sunduğu gerçeğini örtemez. Hegel’de diyalektik baş aşağı duruyor. Mistik kabuğun içindeki akla uygun özü keşfetmek istiyorsanız, diyalektiğin tekrar ayakları üstünde doğrultulması gerekir.
“Mistikleştirilmiş biçimi ile diyalektik, şeylerin mevcut durumunu yüceltiyor göründüğünden Almanya’da moda olmuştu. Oysa akla uygun biçimiyle diyalektik, burjuvazi ve onun doktriner profesörleri için rezalettir, tiksinçtir. Çünkü diyalektik, bir yandan şeylerin mevcut durumunu tanıyıp kavramayı, öte yandan da bu durumun inkârının ve kaçınılmaz çöküşünün farkında olmayı içinde barındırır. Çünkü diyalektik, tarihsel olarak gelişmiş her toplumsal biçimi akışkan bir hareket hâlinde görür. Bu nedenle her toplumsal biçimin geçici doğasını, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar. Çünkü diyalektik, hiçbir şeyin kendisine dayatılmasına izin vermez, özünde eleştirel ve devrimcidir.” (K. Marks, “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”, 24 Ocak 1873, Kapital, İng., c. 1, s. 29.)
Hegel’e kadar tarih üstüne kafa yoranlar, tarihin akışını doğa olaylarına, doğa üstü güçlere, takdir-i ilahiye, liderlerin aklına esene, savaş talihine vb. bağlıyorlardı. Hegel’e kadar tarih, kopuk kopuk olaylar dizisi olarak anlatılıyordu. Ama Hegel, geliştirdiği diyalektikle tarihe bütünsellik içinde bakılabileceğini gösterdi.
Hegel, fikirlerin tarihsel gelişimini bütünsel bir çerçeveye oturttu. Hegel’e göre insanın özü “Mutlak Fikir” idi. Tarihte ortaya çıkan her fikir, Mutlak Fikir’e doğru giden yolda bir aşamaydı. Yani her fikir, Mutlak Fikir’i adım adım hayata geçiren bütünsel sürecin bir parçasıydı.
Hegel, bu tespitten hareketle, eleştiri kavramına şöyle bir yorum getirdi: Her fikir Mutlak Fikir’i adım adım hayata geçiren sürecin bir aşamasını ifade ettiğine göre, her fikir göreceli olarak doğrudur. O hâlde, eleştirilen her argümandaki göreceli doğruyu yakalamak ve buradan hareketle Mutlak Fikir’e doğru ilerlemek gerekir.
Hegel’e göre insan, kendi zihinsel yaratıcı gücünü faaliyette bulunmak suretiyle “dışarıya çıkarır”, yani nesnelleştirirdi. İnsan fikrini nesnelleştirdikçe, yani fikrini hayata geçirdikçe maddi yaşam dönüşmekte, böylece toplum ve doğa gitgide insanın bir yapıtı hâline gelmekteydi.
Ancak Hegel, insan faaliyetini Mutlak Fikir dediği gerçek üstü bir gücün türevi olarak görüyordu. Bu mistik anlayışa göre, insan faaliyeti üzerinden tarihi yaratmakta olan aslında Mutlak Fikir idi. Marks, insanı gerçek üstü bir gücün vesilesi derekesine düşüren bu mistik kurguyu reddetti. Marks’a göre fikir, maddi gerçekliğin insan zihnine yansıyarak düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildi.
Ne var ki Hegel, sisler içinde de olsa gerçeği bir ucundan yakalamıştı. Hegel, kendine özgü mistik dille, tarihi yaratanın peş peşe gelen kuşakların faaliyeti olduğunu söylüyordu. Bu muhteşem bir keşifti. Fakat Hegel diyalektiği, bu keşfin devrimci açılımlarını göremezdi. Çünkü Hegel’in geliştirdiği diyalektik, “şeylerin mevcut durumunu”na, yani tarihsel gelişmenin mevcut aşamasına takılıp kalmıştı. Hegel diyalektiği, mevcut tarihsel aşamayı, yani sermaye düzenini yücelttiği için muhafazakârdı.
Marks, Hegel diyalektiğinin mistik kabuğunu kırarak içindeki akla uygun özü şöylece ortaya çıkardı:
İnsan faaliyeti tarihsel bir akış içinde kendi kendini açımlamakta olduğuna göre, faaliyetin mevcut hâli kalıcı olamaz. Yani Hegel’in ve ekonomi politikçilerin dediği gibi, insanlık nihai durumuna gelmiş değildir. O hâlde insan, şimdiye kadar nasıl kendi faaliyetiyle kendi tarihini yaratmışsa bundan sonra da yine kendi faaliyetiyle mevcut durumu değiştirebilir ve yeni bir dünya kurabilir. Çünkü insan, kendi faaliyetiyle hem kendisini hem de nesnel doğayı dönüştürebilen muhteşem bir öznelliktir.
Feuerbach’ta insan faaliyeti yok
Feuerbach’a göre, nesnel dünya insandan önce ve insandan bağımsız olarak vardır. Düşünen özne nesnel dünyanın bir parçası olarak sonradan doğmuştur. Düşünen özne ile içinden yükseldiği nesnel dünya, artık birbirinden ebediyen ayrılmış alanlarda hareket ederler.
Marks’a göre, insan ile doğa, insanın emek faaliyeti sayesinde karşılıklı etkileşim içindedir. İnsanın binlerce yıldır süregelen faaliyeti, insanın kendisini ve içinde bulunduğu nesnel dünyayı dönüştürmektedir. Bugünkü insan ve bugünkü nesnel doğa, bundan yüz yıl önceki insan ve yüz yıl önceki doğa değildir:
“Feuerbach, çevresindeki duyularla algılanan dünyanın ezelden beri hiç değişmeden kalmış olmadığını görmez. Feuerbach, çevresindeki duyularla algılanan dünyanın, sanayi ve toplumun ürünü olduğunu ve aslında tarihsel bir ürün anlamında, peş peşe gelen kuşakların faaliyetinin sonucu olduğunu görmez. Her kuşak kendinden önceki kuşağın omuzları üstünde yükselir. Her kuşak kendinden önceki kuşağın sanayii ve ilişkisini geliştirir, değişen ihtiyaçlara göre kendinden öncekinin toplumsal sistemini değiştirir. … Herkes bilir ki, kiraz ağacı, hemen hemen bütün meyve ağaçları gibi, bizim coğrafyamıza sadece birkaç yüzyıl önce ticaret tarafından nakledilmiştir. Belirli bir toplumun belirli bir çağdaki bu eylemi sayesindedir ki, kiraz ağacı Feuerbach için ‘duyularla algılanan kesinlik’ hâline gelmiştir.” (K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, 1845-1846, Marks-Engels Seçme Eserler, İng., c. 1, s. 28.)
Nesnel dünya, gitgide insan faaliyetinin bir ürünü hâline gelmektedir. Örneğin kiraz ağacı, ticaret marifetiyle Avrupa’ya getirilmiş ve böylece oradaki nesnel doğa değiştirilmiştir. Feuerbach, insan ile nesnel dünyayı birbirinden kopardığı için, nesnel gerçekliğe müdahale eden insan faaliyetiyle dünyanın değişmekte olduğunu görmemektedir.
Feuerbach, nesnel denince yalnızca duyularla algılanan fizik maddenin nesnelliğini anlıyordu. Oysa öznel insan faaliyeti de nesneldi. Öznel insan faaliyeti doğayı dönüştürünce nesnel dünyanın içine katılmış, bu anlamda nesne hâline gelmiş oluyordu.
Dahası, insan faaliyeti yalnızca nesnel doğayı değil, fakat aynı zamanda toplumsal ilişkileri, yani insanın kendisini de değiştirmekteydi. O hâlde nesneler, toplumsal ilişkiler, insanın kendisi, zihni, duyguları, düşünceleri, insan faaliyetinin etkisiyle dönüşen gerçeklik olarak kavranmalıydı:
“1. Feuerbach’ınki de dâhil olmak üzere şimdiye kadarki bütün materyalizmin baş kusuru şudur: Şimdiye kadarki bütün materyalizm şeyi, gerçekliği, duyularla algılanan dünyayı, somut insan faaliyeti olarak değil, pratik olarak değil, öznel olarak (insanın öznel faaliyeti olarak – YZ) değil, fakat sadece nesne biçiminde ya da sadece seyredurarak düşünceye dalma biçiminde kavramıştır. Bunun içindir ki aktif yan, materyalizmin aksine, idealizm tarafından geliştirildi. Ama yalnızca soyut olarak geliştirildi. Çünkü idealizm reel faaliyeti, somut faaliyeti, bu biçimiyle tabii ki tanımaz. Feuerbach düşünce nesnelerinden gerçekten farklı, duyularla algılanabilir nesneler istiyor. Ama insan faaliyetinin ta kendisinin nesnel faaliyet olduğunu anlamıyor. Bundan ötürü, Hıristiyanlığın Özü’nde, teorik tutumu tek sahici insan tutumu olarak kabul ediyor, pratik ise yalnızca kirli ve Yahudice görünümüyle kavranıp sabitleştiriliyor. O hâlde Feuerbach ‘devrimci’ faaliyetin, ‘pratik-eleştirel’ faaliyetin önemini kavramıyor.” (K. Marks, “Feuerbach Üzerine Tezler”, 1845, MESE, İng., c. 1, s. 13.)
Şimdiye kadarki materyalizm, “aktif yan”ı, yani insanın öznelliğini işlememiştir. O yüzden, aktif yanı geliştirmek idealizme kalmıştır. Ancak idealizm, insan faaliyetini reel, somut faaliyet olarak görmediği için, aktif yanı yalnızca soyut olarak geliştirmiştir.
Feuerbach’a göre insan ile nesnel doğa arasındaki ilişki, zihinsel uğraş sonucu elde edilen bilgi aracılığıyla kurulur. Feuerbach, onun için, “teorik tutumu tek sahici insan tutumu olarak” kabul eder. Feuerbach’a göre düşünce maddenin ancak pasif bir yansıması olabilir. Nesnel dünyanın doğru bilgisine ulaşmak için, verili gerçekliği seyredurup düşünceye dalarak, onu olduğu gibi zihinde modellemek gerekir. İnsan, böylece elde ettiği bilgi ışığında, kendini verili gerçeklik içinde konumlamalıdır.
Marks’a göre insan yalnızca düşünen özne değil, fakat aynı zamanda faaliyette bulunan öznedir. İnsan ile doğa arasındaki ilişki bilgi aracılığıyla değil, fakat insan faaliyeti aracılığıyla kurulur. Düşünce, insan faaliyetinin zihne akışı olarak belirir. Bilgi, doğayla fiili etkileşimi sağlayan insan faaliyetinin bir veçhesidir.
Feuerbach materyalizmi, pozitif bilimler, sosyolojik yaklaşımlar, hepsi özne – nesne düalizmine dayanır. Özne – nesne düalizmi odur ki, düşünen özne, üstünde düşündüğü nesneye ona bulaşmayacak belli bir mesafeden bakmalıdır. Nesnel duruş, dış gözlem, deney ve ölçüm, bilgi edinmede esastır. Oysa nesnel olduğunu iddia eden bu bakış, öznelliği dışarıda bırakamaz. Nesnel dünyadan duyularla algılananlar, son tahlilde duyusal ve zihinsel bir işlemden geçirilerek yorumlanır. Yorumlama, kişinin bireysel yaşam hikâyesini, değer yargılarını, duygularını, dünyaya bakışını, kısacası öznelliğini içinde barındırır.
Marks, insan ile nesnel dünya arasında pasifçe seyredurarak yorumlama ilişkisi olduğu tezini ve bu ilişkiyi esas alan bilimci yaklaşımı reddetti. Çünkü insanın algılama ve düşünme faaliyeti, nesneden özneye doğru akışın ima ettiği pasiflikte olamazdı. Algılama ve düşünme faaliyeti, nesneden özneye doğru akışın yanı sıra, özneden nesneye doğru akışı da içerirdi.
O hâlde insan, gerçekliği, uzaktan seyredurup yorumlayarak değil, fakat onunla fiili etkileşim içine girerek, gerçekliğe ve dolayısıyla kendisine müdahalede bulunarak kavrayabilirdi. İnsanın kendine ve içinde yaşadığı gerçekliğe dair bilinci hem nesnel dünyayı hem de kendisini dönüştürücü faaliyeti geliştiği ölçüde gelişirdi.
Feuerbach, insan faaliyetinin dönüştürücü rolünü göremediği için, “‘devrimci’ faaliyetin, ‘pratik-eleştirel’ faaliyetin önemini” kavrayamamıştı.
İlk insanların genetik kara kutusunda, gelecekteki her bir kuşağın ne yönde faaliyet göstereceği kaydedilmiş değildi. İlk insanların genetik şifrelerinde, önceden belirlenmiş bir ilahi tetiklenme silsilesini takiben, kendini aşama aşama ortaya koyacak bir insani öz tasarımı yoktu. Eğer insan önceden belirlenmiş bir metafizik özü kendi bağrında geliştirmeye programlanmış olsaydı, bilinçli insan faaliyetinin hiçbir rolü olmazdı.
İnsan, binlerce yıldır, insana aykırı dünyaya karşı mücadele içinde kendisini adım adım inşa etmektedir. Tarihin derinliklerinden süzülüp günümüze ulaşan ata irfanı, “insan olmaya geldik” diye işte bu gerçeği havalandırmaktadır.
İnsanca bir yaşama dair spekülatif fikirler, tarih boyunca, ezoterik-bâtıni bilgiler olarak, “zındık” dinsel yorumlar olarak, ütopik sosyalist teoriler olarak ortaya çıkmıştır. Tarihteki bütün ezoterik-bâtıni akımlar, insana aykırı dünyaya karşı, içsel yolculuk ritüelleri ve toplumsal dayanışma pratikleriyle direnişi örgütlemişlerdir.
Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hak” haykırışı, Alamut Kalesi, Babai isyanları, Hacı Bektaş’lar, Dede Sultan’lar, Şeyh Bedreddin’ler, Pir Sultan’lar, Fransa’da engizisyonun ateşinde yakılan Kathar’lar, Almanya’da papaz Münzer’in ayaklandırdığı köylüler… Bugünkü mücadelenin arkasındaki bu koskoca tarihi bilmek, hissetmek gerekiyor. Bugün Marksizm dediğimiz insanlığın kurtuluşu teorisi, işte bu koskoca tarihten çağlayıp gelen eleştirel süreğe dayanıyor.
Aydınlanmanın sosyolojik teorileri, ekonomi politik, Hegel diyalektiği, Feuerbach materyalizmi, bütün bunlar, mevcut insana aykırı düzeni onaylayan zihinsel kuşatmalardır.
Ekonomi politik, içinde bulunduğumuz sapkınlık hâlini hiç sorgulamadan, olduğu gibi zihne yansıtır. Mevcut akıl dışı düzeni akla uygunmuş gibi gösteren açıklamalar yapmaya çalışır. “Şeylerin mevcut durumunu” yücelten Hegel diyalektiği de aynı yoldan yürür; tersine dönmüş dünyayı insanlara düz gösterecek argümanlar bulmaya çalışır. Feuerbach materyalizmi de mevcut sapkın faaliyeti pasifçe seyredurarak yorumlamakla yetinir.
Marks ise mevcut insana aykırı dünyayı yığınsal-pratik eleştiriye tabi tutmak suretiyle sahici insanlığın, yani komünal insanlığın yaratılabileceğini iddia eder.
Komünal insanlık düşüncesinin safiyane bir hayal mi olduğu, yoksa sahiden gerçekleşebilecek bir hedef mi olduğu, ancak her cephede verilen insan olma mücadeleleriyle toplumsal pratik dönüştürüldüğü ölçüde kanıtlanabilirdir:
“2. İnsan düşüncesine nesnel doğruluk atfedilip atfedilemeyeceği meselesi, teorik değil, fakat pratik bir meseledir. İnsan, düşüncesinin doğruluğunu, yani gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamak zorundadır. Pratikten yalıtılmış bir düşüncenin gerçekliği ya da gerçek olmayışı üzerine tartışma, tamamen skolâstik bir tartışmadır.” (K. Marks, “Feuerbach Üzerine Tezler”, 1845, MESE, İng., c. 1, s. 13.)
Filozoflar, insanlık ve insanlığın geleceği üstüne çeşitli düşünceler üretmektedirler. Felsefe, bu düşüncelerin doğruluğunu, yine teori dünyasının içinde argümanların soyut gücüyle kanıtlamaya çalışmaktadır.
Oysa bir düşüncenin doğru olup olmadığı, yani kendi kendini açımlamakta olan tarihsel hareketi düzgün yansıtıp yansıtmadığı, fikirler dünyasındaki tartışmalarla kanıtlanamaz. Düşüncelerin test edileceği alan, toplumsal pratik alanıdır. Mücadeleye ilham veren düşüncelerin doğruluğu, mücadele geliştikçe dönüşen pratikte kanıtlanmak durumundadır.
Marks, felsefeye getirdiği eleştirileri şöyle özetler:
“11. Filozoflar dünyayı değişik biçimlerde sadece yorumlamışlardır; asıl mesele onu değiştirmektir.” (K. Marks, “Feuerbach Üzerine Tezler”, 1845, Alman İdeolojisi, haz. C. J. Arthur, İng., s. 123.)
İçinde bulunduğumuz tersine dönmüş dünya, paramparça, yanar döner, kırık kırıktır. Sahnede akıl sır ermez bir kargaşa hüküm sürmektedir. Sahne mistik tüller arkasında durmadan değişmekte, birbirlerine hasım yalıtık bireyler, birbirlerine düşman sınıflar birbirleriyle boğuşmakta, ucube toplumsal yapılar, tuhaf tuhaf şifre-ilişkiler bir görünüp bir kaybolmaktadır.
“Filozoflar dünyayı”, sahnedeki bu mistik kargaşa yüzünden, “değişik biçimlerde … yorumlamışlardır”. Yorumlayanın sahnenin neresinde durduğuna göre, kırık kırık an’ların hangisinde belirdiğine göre, hangi çıkarı temsil ettiğine göre dünya değişik biçimlerde yorumlanmıştır.
İnsanı parçalayan iş bölümü yüzünden, faaliyetin teorik yanı ile pratik yanı birbirinden ayrılmıştır. Toplumsal faaliyetin zihinsel yanı, üretim örgütlenmesinden devlet idaresine, sanata, dine, bilime, felsefeye kadar geniş bir alanı kapsar.
İnsanı parçalayan iş bölümünde zihinsel uğraşlar, münferit durumlar hariç, mülk sahibi sınıfların ya da onların geçimini temin ettiği kişilerin işi olmuştur. Felsefe, mülk sahipleri çevresinde üretildiği için, mülk sahiplerinin iktidarını onaylayan bir tutum almıştır. Felsefe, içinde üretildiği sınıfsal konum gereği, dünyayı değiştirmenin zihinsel argümanlarını sağlamak yerine, akla aykırı dünyayı akla uygunmuş gibi gösteren yorumlar yapmaya çalışmıştır. Bu anlamda, “filozoflar dünyayı … sadece yorumlamışlardır”.
Marks ise içinde bulunduğumuz insana aykırı dünyayı yorumlamaz, fakat eleştirir. Çünkü, insana aykırı dünya akla da aykırı olduğu için, bu akıl dışı dünyanın akla uygun bir yorumu yapılamaz.
Marks, eleştiri yoluyla, insana aykırı toplumsal ilişkilerin mistik kabuklarını parçalar ve böylece o mistik toplumsal ilişkilerin tahakkümü altında insanın nasıl katledilmekte olduğunu gösterir. Marks’ın eleştirisine göre yapılması gereken, mevcut cinnet hâlini pratik mücadeleyle değiştirerek insana yaraşır bir dünya yaratmaktır. Bu anlamda, asıl mesele dünyayı değiştirmektir.