▪ Mübadelenin zuhuru
▪ Kişisel bağımlılık ilişkileri
▪ Nesnel bağımlılık ilişkileri
▪ Eşitlik ve özgürlük illüzyonu
▪ Kapitalist sömürü
▪ Toplumsallık illüzyonları
▪ İnsanın kurtuluşu
Tarihin ilkel komünal topluluklardan itibaren anlatılması sunumun yöntemi gereğidir. Analizin yöntemi ise işe bugünün gerçekliğinden başlamaktır. Tarihin analizi, insan faaliyetinin bugünkü ulaştığı yüksek tepeden geriye doğru bakmanın avantajından yararlanır.
Bugünün faaliyeti, geçmiş kuşakların faaliyetinin gelişerek günümüze ulaşmış hâlidir. Faaliyetin şimdiki gelişkin hâli, uzantısı olduğu geçmişi anlamanın anahtarını içinde barındırır. O hâlde, tarihi anlama girişimi, günümüzün analizinden hareket edip geriye doğru iz sürmelidir:
“Burjuva toplum, üretimin en gelişmiş ve en çeşitlenmiş tarihsel örgütlenmesidir. Bu bakımdan, burjuva toplumun ilişkilerini ifade eden kategoriler ve burjuva toplum yapısının kavranması, aynı zamanda, bütün eski toplum biçimlerinin üretim ilişkileri ve yapısı hakkında bir fikir edinmemizi sağlar. Burjuva toplum, bütün o eski toplum biçimlerinin yıkıntı ve unsurları üstünde kendini inşa eder. Sindirilmemiş kalıntıların bazıları burjuva toplumun içinde hâlâ yaşar. Eski toplumda sadece iz olarak bulunan bazı unsurlar ise gelişerek (burjuva toplumda – YZ) tam anlamlarını kazanırlar.
“İnsan anatomisi maymun anatomisinin anahtarıdır. Daha yüksek gelişme biçimlerinin alt hayvan türlerinde iz hâlinde bulunan işaretleri, ancak yüksek gelişme aşaması anlaşıldıktan sonra anlaşılabilir. Demek ki burjuva ekonomisi eski çağların anahtarını verir. Ama bütün tarihsel farkları silen ve bütün toplum biçimlerine burjuva ilişkileri gözlüğüyle bakan ekonomistlerin yaptığı gibi asla değil. …
“Üstelik burjuva toplumun kendisi tarihsel gelişmenin antitetik bir biçimi olduğuna göre, daha önceki toplum biçimlerine ait olan ilişkiler bu toplumda sıklıkla gayet çarpık, hatta gülünçleşmiş hâlde bulunurlar. Örneğin komünal mülkiyet gibi. O hâlde, her ne kadar burjuva ekonomisinin kategorileri öteki bütün toplum biçimlerinde de mevcut olan gerçekleri içeriyorsa da bunu söylerken ihtiyatlı olmak gerekir. Çünkü burjuva ekonomisinin kategorileri o gerçekleri geliştirilmiş, çarpıtılmış ya da karikatürize edilmiş biçimde, yani daima esaslı farklılıklarla içerir.
“Tarihsel gelişme denen şey, son tahlilde, en son biçimin daha önceki biçimleri kendine doğru yükselen basamaklar olarak görmesi olgusuna dayanır.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 105-106.)
Bugünün kavramlarıyla geçmişi anlamaya çalışmak sıkça yapılan bir yanlıştır. Çünkü bugünün kavramları bugünkü faaliyetin zihne akmasıyla oluşmuştur. Bugünkü faaliyet ise bin yıl öncesinin faaliyeti değildir.
Örneğin, günümüzdeki kompleks mülkiyet ilişkisi, binlerce yıllık yabancılaşma süreci içinde adım adım gelişerek ortaya çıkan bir sonuçtur. Sürecin başındaki mülkiyet ilişkisi henüz rüşeym hâlindedir. Dolayısıyla sürecin başında, bugünkü gelişkin mülkiyet biçimlerini ifade eden kavramların bir karşılığı yoktur.
Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının ilkel komünal topluluklardaki birliğinin inkârı, üretici güçlerin doğa güçlerine karşı mücadelede yetersiz kalışından doğmuştur. O hâlde inkârın inkâr edilmesi, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının yeniden birliğinin sağlanması, üretici güçlerin doğayla baş edebilecek kadar gelişmesi temelinde mümkün olabilir.
Ücretli emek – sermaye ilişkisinin tarihsel mazereti, üretici güçleri, tek yönlü de olsa, insana aykırı toplumsal biçimler altında da olsa geliştirmesidir. Bu gelişme, inkârın inkârının, böylece insanın kurtuluşunun maddi koşullarını döşemektedir:
“Emeğin, üretici faaliyetin, kendi koşullarına (emeğin maddi koşullarına – YZ) ve kendi ürünlerine karşı yabancılaşmasının sermaye ve ücretli emek ilişkisinde görünen bu en uç biçiminin zorunlu bir geçiş aşaması olduğunu daha ileride göreceğiz. Bu en uç yabancılaşma biçiminin, hâlâ tersine dönük ve baş aşağı bir biçimde de olsa, üretimi sınırlayıcı bütün önvarsayımları aşma potansiyelini kendi içinde taşıdığını göreceğiz. Dahası, bu en uç yabancılaşma biçiminin, üretimin koşulsuzluk önvarsayımlarını, bireyin üretici güçlerinin evrensel gelişimi için gereken bütün maddi koşulları yarattığını ve ürettiğini göreceğiz.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 515.)
Sermayenin kırbacı, insanın kurtuluşunun sadece maddi koşullarını yaratır. Kurtuluşun fiilen gerçekleşmesi ise kurtuluşun maddi koşullarını yaratım süreci içinde bütün dünya mülksüzlerinin devrim geçirmesine bağlıdır:
“Başlangıçtaki birlik, ancak sermayenin yarattığı maddi temel üstünde ve bu yaratım süreci içinde işçi sınıfının ve bütün toplumun geçireceği devrimler aracılığıyla yeniden kurulabilir.” (K. Marks, Artı-Değer Teorileri, İng., c. 3, s. 423.)
Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birlik – ayrılık – yeniden birlik spirali üstünde hareket ettiği soyutlamasıyla günümüze bakınca, kapitalizmin sosyalizme geçişten ibaret olduğu anlaşılır:
“Ricardo’cu okul, bu ilişkiyi (ücretli emek – semaye ilişkisini – YZ) … doğal bir yasa olarak görür. Daha sonraki ekonomistler bir adım daha atarak, Jones gibileri, bu ilişkinin sadece tarihsel mazeretini teslim ettiler. Fakat, burjuva üretim tarzının ve ona tekabül eden üretim ve dağıtım koşullarının tarihsel olduğunu kabul ettiğiniz anda, onları üretimin doğal yasalarıymış gibi görme hayali de tuzla buz olur ve yeni bir toplumun, yeni bir ekonomik sosyal formasyonun manzarası gözler önüne serilir. Kapitalizm bu yeni topluma geçişten ibarettir.” (K. Marks, Artı-Değer Teorileri, İng., c. 3, s. 429.)
Mübadelenin zuhuru
İlk insan tarihin şafağında birey olarak ortaya çıkmamıştır. İnsan tarihsel bir süreçten geçerek birey hâline gelmiştir. Mübadele ilişkisi, insanları ait oldukları ilkel komünlerden, kapalı cemaatlerden çözerek bireyleşme yoluna sokan tarihsel sürecin başlıca aracıdır:
“İnsan ancak tarihsel süreç içinde birey hâline gelir. İnsan başlangıçta bir canlı varlık, bir klan varlığı, bir sürü hayvanıdır. Kesinlikle politik anlamıyla bir ‘zoon politikon’ değildir. Mübadele, bireyleşme sürecinin başlıca aracıdır. Mübadele, sürü düzenini gereksiz kılar ve çökertir.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 496.)
Tarihin şafağındaki insanlar kendiliğinden komün hâlindeydiler. İlkel komünal topluluklarda üretim komünal emekle yapılıyordu. Onun için de üretilenler komünal olarak tüketiliyordu.
İlkel komünal toplulukların üretimi, “başkaları”nın tüketimi için değil, fakat doğrudan doğruya kendi komünlerinin tüketimi içindi. Bu nedenle, komünün ürettiği ürünlerin sadece kullanım değeri vardı. Zamanla ilkel topluluklar arasında iş bölümü ve uzmanlaşma gelişmeye başladı. İş bölümü ve uzmanlaşmanın gelişmesi, emeğin üretici güçlerinin gelişmesi demektir. Ancak ilkel topluluklar arasında iş bölümünün doğması, aynı zamanda, komünal faaliyeti inkâr sürecinin, yani emeğin insana yabancılaşma sürecinin de başladığının işaretiydi.
Örneğin, ilkel topluluklardan biri hayvan postu işlemede, ötekisi ise tuz üretmede uzmanlaşmış olsun. Bu karşılıklı uzmanlaşma, iki topluluk arasında iş bölümünün ortaya çıkması demektir. Post işleyicilerin deri tabaklamak için tuza, tuzcuların da giyinmek için işlenmiş deriye ihtiyacı vardır. Böylece, ürettikleri ürünleri artık yalnızca kendi tüketimleri için değil, fakat “öteki” topluluk için de üretmeye başlarlar. Üretilenler artık topluluklar arasında takas edilmekte, yani mübadele ilişkisi nüvelenmektedir. Tarih artık, meta, değer, para, pazar ilişkilerini çağırmaktadır.
Kişisel bağımlılık ilişkileri
Eski toplumlardaki köleler ya da serfler ile üretimin maddi koşulları birbirinden ayrılmış değildi. Üretimin canlı ve cansız bütün unsurları bir bütün olarak egemen sınıfın mülkiyeti altındaydı:
“Kölelik ve serflik ilişkilerinde böyle bir ayrılma (doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrılması – YZ) söz konusu değildir. Sadece toplumun bir kesimi, öteki kesimine, kendi yeniden üretiminin inorganik ve doğal bir koşulu olarak muamele eder. … Emek ister köle ister serf biçiminde olsun, üretimin inorganik bir koşulu olarak, toprağın eklentisi kabilinden çift öküzleri gibi öteki doğal varlıklarla bir tutulur.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 489.)
Köleler ya da serfler, mülk sahiplerine kişisel olarak bağımlıydılar. Onun için eski toplumlardaki üretim ilişkileri, “karşılıklı kişisel ilişkiler” biçiminde görünürdü:
“Karanlıklara gömülmüş Ortaçağ Avrupa’sına geçelim. Burada, bağımsız insanlar yerine (kapitalizmin nesnel bağımlılık ilişkileri içindeki bağımsız bireyler yerine – YZ) herkesin bağımlı olduğunu (herkesin kişisel bağımlılık ilişkileri içinde olduğunu – YZ) görürüz: Serfler ile senyörler, vasallar ile süzerenler, rahip olmayanlar ile rahipler. …
“Bu toplumdaki farklı sınıfların oynadıkları rol hakkında ne düşünürsek düşünelim, bireylerin emek harcarken aralarında kurdukları toplumsal ilişkiler, emek ürünleri arasındaki toplumsal ilişkiler (metalar arasındaki toplumsal ilişkiler – YZ) kılığına girmeksizin, her durumda onların kendi karşılıklı kişisel ilişkileri olarak görünür.” (K. Marks, “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 81-82.)
Köleci ve feodal toplumlardaki kişisel bağımlılık ilişkileri, saydam olduğu için kolayca anlaşılabilirdir. Burjuva toplumu ören mübadele, meta, değer, para ilişkileri ise saydam değildir, gizemlidir, karmaşıktır:
“Bu antik toplumsal üretim organizmaları, burjuva toplumla karşılaştırıldığında, son derece yalın ve saydamdı. Ama bunlar, ya ilkel kabile topluluğuyla göbek bağını henüz kesip atamamış insanın birey olarak olgunlaşmamışlığı üzerine kuruludur ya da düpedüz boyun eğdirme ilişkileri üzerine kuruludur. Bu antik toplumsal üretim organizmaları, ancak, emeğin üretici gücünün düşük bir gelişme düzeyini aşamadığı, bu nedenle de maddi yaşam alanında insan ile insan ve insan ile doğa arasındaki toplumsal ilişkilerin dar olduğu zamanlarda ortaya çıkıp yaşayabilir.” (K. Marks, “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 84.)
Kapitalist toplumun feodal toplumun bağrında doğmuş olması, ücretli emek – sermaye ilişkisinin serf – feodal bey ilişkisinden doğduğu anlamına gelmez. Ücretli emek – sermaye ilişkisi, eski toplumların bağrında kendi evrimini sürdüren mübadele, meta, değer, para ilişkilerinden doğmuştur. İlkel komünal toplulukların çözülüşüyle ortaya çıkan mübadele, meta, değer, para ilişkileri, binlerce yıl boyunca Asya tipi, köleci ve feodal üretim tarzları altında, ikincil bir katmanda kendine özgü bir yaşam sürdürmüştür:
“Antik Asya ve öteki antik üretim tarzlarında, ürünlerin metalara dönüşmesi ve bundan ötürü de insanların meta üreticilerine dönüşmesi ikincil bir yer tutar. Ne var ki, bu ilkel topluluklar dağılmaya yüz tuttukça bu ikincil yerin önemi artar. Gerçek tüccar kavimler, … Yahudilerin Polonya toplumunun gözeneklerinde yaşaması gibi, antik dünyanın ancak çatlaklarında yaşarlardı.” (K. Marks, “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 83.)
Nesnel bağımlılık ilişkileri
Kapitalizm öncesinde insanlar, mensubu oldukları aşiretle, köy cemaatiyle, esnaf-zanaatkâr camiasıyla tanımlanırdı. İnsanların cemaatlerden çözülüp birey hâline gelmesi, mübadele ilişkisinin genelleşerek burjuva toplumu ortaya çıkarmasıyla mümkün olmuştur:
“Tarihte ne kadar gerilere gidersek, birey de dolayısıyla üretim yapan birey de o kadar bağımlı ve daha büyük bir bütüne ait olarak belirir: Birey, ilk başlarda, doğallıkla aileye ve ailenin açıldığı klana, daha sonraları, klanların çatışma ve birleşmelerinden doğan değişik komünal topluluk biçimlerine ait olarak belirir.
“Ancak on sekizinci yüzyıl ‘sivil toplum’undadır ki, toplumsal örgünün çeşitli biçimleri (özel mülkiyet, mübadele, meta, değer, para gibi insana aykırı toplumsal ilişki biçimleri – YZ) bireye, bireyin özel amaçlarını gerçekleştirme yolunda kullanılacak araçlar olarak, kendi dışındaki bir zorunluluk olarak görünmüştür.
“Ama bu görüş açısını, yani yalıtık bireyin görüş açısını üreten bu çağ, aynı zamanda, gelmiş geçmiş en ileri toplumsal (bu görüş açısına göre evrensel) ilişkilerin çağıdır. İnsan, kelimenin tam anlamıyla, bir zoon politikon‘dur. İnsan sadece toplumsal bir hayvan değil, fakat kendini ancak toplum içinde bireyleştirebilen bir hayvandır.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 84.)
Eski Yunancada polis “müstahkem mevki” anlamına gelir. Şehirlerin etrafındaki surlardan ötürü, polis kelimesi “şehir” anlamı kazanmıştır. Aristo, şehre ait canlı anlamındaki zoon politikon deyimiyle şehirde yaşayan özgür yurttaşı, yani yalıtık bireyi kasteder.
Politik’in Latince karşılığı civic’tir. Civic toplum, yani sivil toplum şehir toplumu demektir. Civic sıfatı, “belli kurallar temelinde oluşmuş yerleşik topluluk, site” anlamındaki civitas’tan gelir.
Orta Çağ Germen dillerinde burg, Yunancadaki polis gibi, surla çevrili şehir anlamındadır. Fransızcada, burg’dan hareketle, şehirli demek olan burjuva sıfatı türetilmiştir. Günümüzde sivil toplum ya da burjuva toplum tâbirleri, kapitalist toplum için kullanılır.
Mübadele ilişkisi, cemaatleri çözerek insanları birbirlerinden koparır. Mübadele ilişkisi, insanları yalıtık hâle getirirken, aynı zamanda, herkeste ortak olan bir genellik yaratır. Herkeste ortak olan bu genellik, herkesin geçimini temin etmek için birbiriyle mübadele ilişkisi içine girmek zorunda oluşudur.
Yalıtık bireylerin ürettiği ürünler, ancak meta kılığına girip mübadele sürecinden geçtikten sonra tüketicilerin ihtiyacını giderir hâle gelir. Mübadele sürecinin dolayımı paradır. O hâlde yalıtık birey, işgücünü veya ürettiği metaı parayla, parayı da geçim araçlarıyla mübadele etmek durumundadır. Mübadele ilişkisinin bu işleyişi, yalıtık bireyleri birbirlerine muhtaç kılan, onları karşılıklı bağımlılık içine sokan maddi ilişkiler ağını örer.
Burjuva toplumu ören nesnel bağımlılık ilişkileri, bireylerin karşılıklı üretim ilişkilerinin bireylerden koparak bağımsız toplumsal güçler hâline gelmesi ve herkesin bu gayri şahsi toplumsal güçlerin tahakkümü altına girmesi demektir.
Eşitlik ve özgürlük illüzyonu
Burjuva toplum her türlü metaın alınıp satıldığı büyük bir pazar olarak belirir. Burjuva toplumda birbirlerinden yalıtık hâlde vazedilen bireyler, birbirleriyle metalar aracılığıyla toplumsal ilişki kurarlar.
Yalıtık bireyler kendi insan kimliklerini sahibi oldukları metada şey’leştirmişlerdir. Metaların arkasına saklanan yalıtık bireyler, metalar arasındaki mübadele ilişkisi sayesinde birbirleriyle toplumsal ilişki kurarlar. Yalıtık bireyler, pazar denen maskeli baloda insan sahiciliğiyle değil, fakat meta sahibi hesapçılığıyla hareket ederler:
“Açıktır ki, metalar pazara kendi başlarına gidemezler ve kendi başlarına mübadele edilemezler. Bu yüzden, aynı zamanda sahipleri olan vasilerine başvurmamız gerekir. …
“Bu nesnelerin birbirleriyle meta olarak ilişki içine girebilmeleri için, bu nesnelerin vasilerinin, iradeleri bu nesnelere yerleşmiş kişiler olarak, birbirleriyle karşı karşıya gelmeleri gerekir. Vasilerin, karşılıklı rızaya dayanan bir anlaşma olmaksızın, hiçbiri diğerinin metaına el koymayacak ve kendi metaından vazgeçmeyecek şekilde hareket etmeleri gerekir. Bu nedenle, bu kişilerin, birbirlerinin özel mülkiyete sahiplik haklarını karşılıklı tanımaları gerekir. Böylece bir sözleşmede ifadesini bulan bu hukuksal ilişki, bu sözleşme gelişmiş bir yasal sistemin parçası olsa da olmasa da iki irade arasındaki bir ilişkidir ve bu iki kişi arasındaki gerçek ekonomik ilişkinin yansımasından başka bir şey değildir. Bu gibi her hukuksal sözleşmenin konusunu belirleyen şey, işte bu ekonomik ilişkidir.
“Burada kişiler birbirleri için yalnızca metaların temsilcileri ve dolayısıyla sahipleri olarak vardırlar. Araştırmamız ilerledikçe göreceğiz ki, genel olarak, ekonomi sahnesinde görünen karakterler ekonomik ilişkilerin kişileşmesinden başka bir şey değildirler.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 88-89.)
Kapitalist toplumda üretimin maddi koşullarına sahiplik bakımından, işçiler ile kapitalistler arasında eşitsizlik vardır. Üretimin maddi koşulları, yani geçim ve üretim araçları kapitalistlerin mülkiyeti altındadır. İşçiler ise mülksüzdür.
İşçiler ile kapitalistler, bu eşitsiz koşullar altında, işgücü pazarında karşı karşıya gelirler. Gerçekte eşitsiz olan satıcılar ile alıcılar, eşit değerde olduğu varsayılan işgücü metaı ile ücreti birbiriyle mübadele ederler. Buradaki eşit değerler mübadelesi, işçiler ile kapitalistler arasındaki toplumsal eşitsizliği maskeleyen eşitlik illüzyonunu doğurur.
Burjuva toplumda, eskinin kişisel bağımlılık ilişkilerinin yerini nesnel bağımlılık ilişkileri almıştır. Burjuva toplumdaki kişiler, hukuken, öteki kişilerden bağımsızdırlar, ama meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye gibi gayri şahsi toplumsal ilişkilere bağımlıdırlar. İnsanların bu bağımlılığını maskeleyen özgürlük illüzyonunun, mübadele değerleri mübadelesinde gerçek bir temeli vardır:
“Mübadele değerleri mübadelesi, tüm eşitlik ve özgürlüğü üreten gerçek temelin ta kendisidir. Saf idealar olarak eşitlik ve özgürlük, bu temelin idealize edilmiş ifadeleridir. Hukuksal, siyasal, toplumsal ilişkiler biçiminde gelişmeleri ise sadece aynı temelin daha üst düzeylere taşınmasıdır. …
“Özgürlük ve eşitlik, antik çağda ve Orta Çağ’da henüz ortaya çıkmamış birtakım üretim ilişkilerini varsayar. Doğrudan doğruya zora dayalı emek antik dünyanın temelidir. … Genel mübadele değeri üretmeye yönelik olmayan emek ise Orta Çağ’ın temelini oluşturur. Oysa modern (burjuva – YZ) toplumda, emek ne zora dayalıdır ne de ikinci durumda olduğu gibi yüksek ve ortak bir bütün (lonca) vesayetinde gerçekleştirilir.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 245.)
Pazarda eşdeğer metaların karşılıklı rıza temelinde birbirleriyle mübadele edilmesi, zihinlere eşitlik ve özgürlük illüzyonu olarak yansır. Ancak bu eşitlik ve özgürlük illüzyonunu yaratan mübadele ilişkisinin mistik örtüleri kaldırılınca, mübadele içindeki bireylerin daha baştan eşitsiz olarak ve nesnel bağımlılık ilişkileri içinde vazedildikleri ortaya çıkar:
“Mevcut burjuva toplumun bütünü içinde fiyatların oluşumu, dolaşım vb. yüzeysel süreç olarak görünür. Bunun altında, diplerde, bireylerin bu görünen eşitlik ve özgürlüğünün kaybolduğu bambaşka süreçler işlemektedir. Şu hususlar unutulmaktadır:
“Mübadele değerinin önvarsayımı, bir bütün olarak üretim sisteminin nesnel temeli, daha baştan birey üzerinde içsel bir zorlamayı ima eder. Çünkü bireyin kendi ürettiği ürün, bireyin kendisi için bir ürün değildir. Bireyin kendi ürettiği ürün, ancak toplumsal süreç (mübadele süreci – YZ) içinde birey için bir ürün hâline gelir. (İşçi kendinin ya da öteki işçilerin ürettiği ürünleri mübadele süreci içinde para ödeyerek satın alır. İşçi kendi ürettiği ürünü ancak böylece kendi tüketimi için ürün hâline getirebilir. – YZ) Bu yüzden bireyin kendi ürettiği ürün, bu genel ama yine de dışsal biçimi (mübadele değeri biçimini – YZ) almak zorundadır.
“Birey ancak bir mübadele değeri üreticisi olarak vardır. Bu durum, bireyin doğal varlığının daha baştan tamamen inkâr edildiği anlamına gelir. Dolayısıyla bireyin varlığı bütünüyle toplum tarafından belirlenir. Bu belirleme, dahası, bireyin sırf bir mübadeleci olmaktan öte başka birtakım ilişkiler çerçevesinde vazedildiği iş bölümünü vb. varsayar.
“Dolayısıyla bu önvarsayım (mübadele değerinin önvarsayımı – YZ), kesinlikle, ne bireyin iradesinden ne de doğrudan insan tabiatından doğar. Bu önvarsayım tarihseldir ve bireyi daha baştan toplum tarafından belirlenmiş birey olarak vazeder.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 247-248.)
Dolaşım alanı, işgücü satıcısı işçiler ile işgücü alıcısı kapitalistler arasında formal eşitliği öngörür. Bu formal eşitlik, herkesin görünürde eşit yurttaş olarak siyaset-devlet alanına katılma hakkını tanıyan demokrasiyi doğurur. Demokrasinin üstünde yükseldiği toplumsal temel, meta ilişkilerinin genelleşerek herkesi tahakküm altına alması, yani insanlar arasında nesnel bağımlılık ilişkilerinin yaygınlaşmasıdır.
Kapitalist sömürü
Kapitalist sömürü mekanizması, işgücü metaı satıcısı işçiler ile işgücü metaı alıcısı kapitalistlerin birbirleriyle yaptıkları ücretli emek sözleşmesine dayanır. İşgücü pazarında, eşit olduğu varsayılan değerlerin karşılıklı rızayla mübadelesi, tarafların bu sözleşmeyi eşit ve özgür koşullarda yaptığı illüzyonunu doğurur.
Burjuva toplumun sahnesindeki, yani dolaşım alanındaki eşitlik ve özgürlük illüzyonu, burjuva toplumun kulisinde, yani üretim alanında gerçekleşen artı-değer sömürüsünün üstünü mistik sislerle örter. İşçi, işgücünü satma sözleşmesi yapıp üretim alanına geçtiği andan itibaren kapitalistin komutası altına girer. Böylece kuliste ilişkinin hiyerarşik karakteri ortaya çıkar.
Burjuva toplumun sahnesinden kulisine geçişi, Marks’ın renkli anlatımından okuyalım:
“İşgücünün tüketimi, öteki her türlü metada olduğu gibi, piyasanın ya da dolaşım alanının sınırları dışında tamamlanır. Para babasını ve işgücü sahibini birlikte yanımıza alarak, her şeyin ortada ve herkesin gözü önünde geçtiği bu gürültülü alandan bir süre için ayrılıyoruz. Hep birlikte, kapısında ‘işi olmayan giremez’ yazılı üretim alanının gizli dünyasına geçiyoruz. Burada, sermayenin yalnızca nasıl ürettiğini değil, fakat sermayenin nasıl üretildiğini de göreceğiz. Ve en sonunda artık, kâr yapmanın sırlarını da zorlayacağız.
“Sınırları dâhilinde işgücü alım satımının sürdüğü bu ayrılmakta olduğumuz alan, aslında, insanın tabiatında olan hakların tam bir cenneti idi. Burada (dolaşım alanında – YZ) yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham hüküm sürer. Özgürlük hüküm sürer, çünkü bir metaın, mesela işgücü metaının hem alıcısı hem de satıcısı, sadece kendi özgür iradesi tarafından sınırlanır. Özgür taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma, ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitlik hüküm sürer, çünkü birbirleriyle metaların sıradan sahipleri olarak ilişki içine girerler ve eşdeğerlileri birbirleriyle mübadele ederler. Mülkiyet hüküm sürer, çünkü taraflar, ancak kendi malı olan şeyleri birbirlerine verebilirler. Ve Bentham (Jeremy Bentham, faydacılığın kurucusu – YZ) hüküm sürer, çünkü her iki taraf da sırf kendini düşünür. Bunları yan yana getirip ilişki içine sokan tek güç, bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkardır. Herkes sırf kendini düşünür, kendinden başkasını düşünmez. Herkes böyle yapınca şeylerin önceden oturmuş uyumu gereği ya da takdir-i ilahi, herkes herkesin yararı ve çıkarı için karşılıklı avantaj sağlamak üzere beraberce çalışmış olur.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 172.)
Kapitalist sömürü, işgücünün alınıp satıldığı mübadele alanında değil, fakat işgücünün kullanıldığı üretim alanında gerçekleşir.
Ücret, işgücü metaının pazarda oluşan fiyatıdır. Kapitalistin işçiye ödediği ücret, işçinin üretim sürecinde sarf ettiği emek miktarının karşılığı değil, fakat emek sarf etme kapasitesinin, yani işgücünün karşılığıdır. İşçi, üretim sürecinde, işgücünün karşılığı olarak aldığı ücretin temsil ettiği değerden daha fazla değer üretir. İşçinin bu fazladan ürettiği değere artı-değer denir.
Bir iş günü, analiz kolaylığı için, iki bölümde mütalaa edilir. İşçi, iş gününün birinci bölümünde, işgücünün karşılığı olarak aldığı ücrete tekabül eden değeri üretir. İş gününün bu bölümüne gerekli emek zamanı, bu bölümde harcanan emeğe de gerekli emek denir. İş gününün geriye kalan bölümüne artı-emek zamanı, bu bölümde harcanan emeğe de artı-emek denir. İşçi, artı-değeri artı-emek zamanında üretir. Kapitalist sömürü, kapitalistin karşılığını ödemediği artı-değere el koyması demektir.
İşgücü ile ücret mübadelesi, ilişkinin sadece dolaşım alanındaki hâline bakılırsa eşdeğerlilerin mübadelesiymiş gibi görünür. Ancak ilişkinin izi sürülüp üretim alanına girilirse gerçekte “mübadele olmaksızın ama mübadele görüntüsü altında” işçinin artı-emeğine el konulduğu ortaya çıkar:
“Eşdeğerliler mübadelesi, yabancı emeğe mübadele olmaksızın ama mübadele görüntüsü altında el konulmasına dayanan üretimin yüzey katmanından ibarettir. … Mübadele değerleri sisteminin -emekle ölçülen eşdeğerliler mübadelesinin-, yabancı emeğe mübadele olmaksızın el konulmasına, emek ile mülkiyetin birbirinden tamamen kopuşuna dönüşmesinde ya da daha doğrusu, gözlerden gizlenmiş arka plânını açık etmesinde şaşılacak bir yan yoktur.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 509.)
Değer yasasının esası, eşdeğerli metaların birbirleriyle mübadele edilmesidir. Ekonomi politik, Marks’tan önce, değer yasasının işleyişini açıklamıştır. Marks’ın yaptığı ise değer yasasıyla harikulade bir uyum içinde artı-değer teorisini geliştirmek olmuştur. Marks, ekonomi politiğin kavramsal disiplinini tutarlılıkla izleyerek, eşdeğerlilerin mübadelesi görünümü altında, sermayenin gerçekte emek hırsızlığı yaptığını ortaya çıkarmıştır.
Toplumsallık illüzyonları
Burjuva toplumdaki yalıtık bireyler, esiri oldukları insana aykırı toplumsal ilişkilerden kurtulamadıkları sürece, birbirleriyle doğrudan insan ilişkileri kuramazlar, birbirlerine insan muamelesi yapamazlar. Otsul yaşam bireyleri, birbirlerini, çıkarları için kullanacakları araç gibi görürler:
“İnsan, özel birey olarak davrandığı sivil (burjuva – YZ) toplumdaki yaşamında öteki insanları araç olarak görür, kendini de araç derekesine düşürür ve yabancı güçlerin (insana aykırı toplumsal ilişkilerin – YZ) oyuncağı olur.” (K. Marks, “Yahudi Sorunu Üstüne”, 1843, Seçme Yazılar, çev. David McLellan, İng., s. 46.)
Birbirleriyle ancak metalar aracılığıyla ilişki kurabilen yalıtık bireyler, meta mübadelesinin yapıldığı pazarda kof bir toplumsal yaşam bulurlar. Yalıtık bireyleri birbirlerine bağlayan pazar ilişkisinin yarattığı toplumsal yaşam illüzyonu, kendini yurt, ulus, devlet olarak çeşitli momentlerde ortaya koyar.
Yurt, ulus, devlet gibi toplumsallık illüzyonlarının dayattığı “genel çıkar” da bir illüzyondur. Çünkü sahici bir toplumsallığı yaşamayan yalıtık bireylerin hepsinin sahici bir genel çıkarı olamaz. İnsana yabancılaşmış faaliyetin birbirlerinden koparıp birbirlerine hasım kıldığı bireylerin, birbirlerinden ayrı ve birbirlerine karşı işleyen özel çıkarları vardır:
“Her ulusun içindeki özel çıkarlar, ulusta kaç yetişkin birey varsa ulusu o sayıda ulusa böler.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 159.)
Yurt, ilk bakışta, coğrafi bir gerçekliğe işaret edermiş gibi görünür. Ancak coğrafi mekânlar, doğanın bir verisi olarak kendiliklerinden yurt değildir. Bir coğrafya parçasını yurt yapan, o coğrafya üstünde yaşayan insanların karşılıklı faaliyetleridir.
Yurt, köken itibarıyla çadır demektir. İnsan faaliyeti klanları, kabileleri, aşiretleri aşarak daha geniş ilişkiler ağı yarattıkça, “çadır”ın kapsadığı mekân da genişlemiştir. Bugünkü anlamıyla yurt, sermayenin tek pazarda birleştirdiği yalıtık bireylerin toplumsal yaşam mekânıdır.
İnsan, evet, içinde doğup büyüdüğü aileyi, mahalleyi, şehri sever. Ancak insan doğarken bu sevgiyle doğmaz. Bu sevgi doğuştan gelen değil, fakat yaşam pratiğiyle sonradan edinilen bir duygudur.
İnsanın ailesini, mahallesini, şehrini, aynı yaşam serüvenini paylaştığı halkını sevmesi doğaldır. Ancak bu niye doğaldır? Günümüz insanı, niye mahallelisini, memleketlisini, yurdunu sever de “öteki”ler için aynı sıcaklığı hissetmez?
Çünkü günümüzdeki insanların yaşam pratiğini, insana yabancılaşmış faaliyet örmektedir. Yabancılaşmış faaliyet içinde insanlığını kaybeden yalıtık bireylerin zihinlerinde kendileri ve başkaları hakkında tek yanlı ve aptalca duygular gelişmektedir.
Oysa insanların yaşam pratiğini evrensel-komünal faaliyet belirleseydi, insanların duyguları da evrensel-komünal insanlık pratiğine göre oluşurdu. Eğer dünya çapında sahici insan faaliyeti ışıldasaydı, “vatan, millet” bönlüğü çoktan uçup gitmiş olurdu.
Ekonomi politikçiler özel mülkiyet duygusunun, para hırsının insan doğasından geldiğini iddia ederler. Oysa özel mülkiyet duygusu, para hırsı, insanların genetik şifrelerinde yazılı değildir. Bu gibi sapkınlık hâlleri, yabancılaşmış faaliyetin insanı kuşaklar boyunca tahrip etmesi sonucu ortaya çıkmıştır.
Özel mülkiyet ilişkisinin düşük kıldığı bireyler, nesnel doğayı bütün insanlığın ortak inorganik bedeni olarak göremezler:
“Özel mülkiyet bizi öylesine aptallaştırmış ve tek yanlılaştırmıştır ki, bir nesne ancak ona sahip olduğumuz zaman, … bizim tarafımızdan kullanıldığı zaman bizimdir.” (K. Marks, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, İng., s. 101.)
Özel mülkiyetin kirlettiği bireyler, kendi mülkiyetlerinde olmayan nesnelere yabancı, hatta düşman muamelesi yaparlar. Özel mülkiyet duygusuyla kararmış ruhlar, kendi mülkiyetlerinde olmayan nesnelere, canlı ve cansız doğaya karşı en iyi ihtimalle kayıtsızdırlar.
Yurtseverlik kavramı, mülkiyet duygusunun muhayyilede büyütülmesiyle varılan bir soyutlamadır. Marks’ın deyişiyle, “yurtseverlik mülkiyet duygusunun ideal (düşüncede soyutlanmış – YZ) biçimidir”. (K. Marks, “Lui Bonapart’ın On Sekizinci Brumiyer’i”, 1851-1852, MESE, İng., c. 1, s. 483.)
Sermaye düzenine boyun eğen mülksüzlerin kendilerine ait bir bilinci yoktur. Yabancılaşmış faaliyet içinde kaybolmuş mülksüzler, egemen sınıfın ürettiği düşünceleri takma akıl gibi taşırlar. Yurt, ulus, devlet cenderesinde kayboluşu hem ifade hem de tahkim eden yurtseverlik, ulusçuluk, devletçilik ideolojileri, mevcut insana aykırı düzenin zihinsel yansımalarıdır:
“Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşünceler olmuştur. Yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen entelektüel gücüdür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da kontrol eder. Öylesine ki, genel olarak konuşursak, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir. Egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan egemen maddi ilişkilerdir. O hâlde egemen düşünceler, bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidir, onun egemenliğinin fikirleridir.” (K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, 1845-1846, MESE, İng., c. 1, s. 47.)
İnsanın kurtuluşu
Meta mübadelesinin genelleşmesiyle, kişisel bağımlılık ilişkilerinin yerini nesnel bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık ilişkileri alır. Nesnel bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık ilişkileri, gelecekteki özgür bireyler âleminin maddi koşullarını hazırlar:
“Kişisel bağımlılık ilişkileri (ki ilk başlarda tamamen spontanedir), insanın üretici kapasitesinin çok az ve münferit noktalarda geliştiği ilk toplumsal biçimlerdir.
“Nesnel bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık ikinci büyük biçimi oluşturur: Genel bir toplumsal alışveriş sistemi, evrensel ilişkiler, çok yönlü ihtiyaçlar ve evrensel yetenekler sistemi ilk kez bu biçim içinde ortaya çıkar.
“Bireylerin evrensel gelişmesine ve bireylerin kendi komünal, toplumsal üretkenliklerini kendi toplumsal zenginlikleri olarak kendilerine tâbi kılmalarına dayanan özgür bireylik ise üçüncü aşamadır.
“İkinci aşama üçüncü aşamanın koşullarını yaratır. Ticaret, lüks, para, mübadele değeri geliştikçe, bir yandan ataerkil, antik ve feodal koşullar çözülür, bir yandan da modern toplum serpilip büyür.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 158.)
Cahiliye devrinde zihinlere dökülen “tarihsel materyalizm” betonu, tarihi, ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplum katarına bindirir. Marks ise tarihi, insanın insan olma yolundaki serüveni olarak görür:
- “Kişisel bağımlılık ilişkileri … ilk toplumsal biçimlerdir.” Asya tipi, köleci ve feodal toplumlarda egemen olan kişisel bağımlılık ilişkileri.
- “Nesnel bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık ikinci büyük biçimi oluşturur.” Asya tipi, köleci ve feodal toplumların gözeneklerinde binlerce yıl evrimini sürdüren mübadele ilişkileri, daha sonra genelleşerek yalıtık bireyi ve burjuva toplumu yaratmıştır.
- “Özgür bireylik ise üçüncü aşamadır.” Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının yeniden birleşmesi temelinde özgür bireyler âleminin, yani komünal insanlığın doğuşu.
Komünal insanlığın özgür bireyleri, nesnel bağımlılık ilişkileri içindeki yalıtık bireyler gibi arkasına saklandıkları metalar aracılığıyla toplumsal ilişki kurmazlar. İnsanı düşüren bu gibi maskeli ilişkiler artık insanlığın tarih öncesinde kalır. İnsanlığın gerçek tarihinin parlayacağı komünal âlemde insanlar birbirleriyle doğrudan insan ilişkileri kurarlar. Komünal âlemde insanlar, artık eskisi gibi yalıtık birey sapkınlığındaki insan müsveddeleri olarak değil, fakat komünal bireyler olarak, yani sahici insanlar olarak faaliyet gösterirler.