▪ Kâr oranının düşme eğilimi
▪ Sermaye birikiminin sınırı
▪ Sermayenin tarihsel misyonu
Kâr oranının düşme eğilimi
Sermayenin artı-değer miktarını büyütmesinin iki yolu vardır: Birincisi ve tarihsel olarak önce geleni, mutlak artı-değer üretimini artırma yoludur. İkincisi ve tarihsel olarak daha sonra ağırlık kazananı, nispi artı-değer üretimini artırma yoludur.
Mutlak artı-değer üretimi, basitçe, iş gününü uzatmak suretiyle artırılır. Mutlak artı-değer üretimi, iş gününü uzatmadan ama işçiyi daha yoğun çalışmaya zorlayarak, yani üstü örtülü olarak da artırılır.
Kapitalistler, ücretleri fiziksel asgariye düşürmeye ve iş gününü fiziksel azamiye çıkarmaya çalışırlar. İşçiler de karşıt yönde baskı yaparlar. O hâlde, işgücü metaının hangi koşullarda alınıp satılacağını, ücretlerin düzeyini, iş gününün süresini, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki mücadeleden çıkan güçler dengesi tayin eder:
“Kâr oranının fiili derecesi, sermaye ile emek arasındaki kesintisiz mücadele tarafından belirlenir. Kapitalist durmadan ücretleri fiziksel asgariye düşürmeye ve iş gününü fiziksel azamiye çıkarmaya çabalar, işçi ise sürekli olarak karşıt yönde baskı yapar.
“Böylece sorun, mücadele eden tarafların karşılıklı güçler dengesine indirgenir.” (K. Marks, “Ücret, Fiyat, Kâr”, 1865, MESE, İng., c. 2, s. 72-73.)
İş günü süresinin uzun mücadeleler sonunda belli normlara oturması, mutlak artı-değer üretimini artırma yöntemini sınırlamıştır. Bu durum, nispi artı-değer üretimini artırma yöntemini öne çıkarmıştır.
Nispi artı-değer üretimini artırma yöntemi, daha gelişkin teknoloji kullanımı sayesinde emek üretkenliğini artırmaya dayanır. İş gününün süresi değişmeksizin emek üretkenliği artınca, gerekli emek zamanının iş gününde tuttuğu yer kısalır, artı-emek zamanının tuttuğu yer uzar. İş gününe nispetle artı-emek zamanı uzadıkça, artı-değer üretimi de artar. Sermaye birikiminin dayandığı asıl temel, nispi artı-değer üretimidir.
Nispi artı-değer üretimi, aynı zamanda, “kâr oranındaki düşme eğiliminin gerçek sırrıdır”. (K. Marks, Kapital, İng., c. 3, s. 233.) Şöyle ki:
Makineler, robotlar, kullanılan hammaddeler, yani evvelki üretim süreçlerinden şimdiki üretim süreçlerine intikal eden ölü emekler, yeni değer yaratmaz. Yeni değer kitlelerini, şimdiki üretim süreçlerine katılan canlı emek yaratır. İşçi, bir iş gününün gerekli emek zamanında ücretinin karşılığı olan değeri, artı-emek zamanında da sermayenin el koyduğu artı-değeri üretir. Kısacası, artı-değerin tek kaynağı canlı emektir.
Öteki faktörleri sabit tutarsak, ileri teknoloji kullanımıyla emeğin üretkenliği arttıkça, daha az sayıda işçi çalışacağından oransal olarak toplam artı-emek zamanı azalır. Azalan toplam artı-emek zamanında üretilen artı-değer de azalır. Kâr, işçinin artı-emek zamanında ürettiği artı-değere dayanır. Artı-değer üretiminin yatırılan sermayeye göre oransal azalışı, zaman içinde, kâr oranının düşme eğilimini ortaya çıkarır.
Kapitalizmde kâr oranının düşüşüne karşı duran işleyişler de vardır. Kâr oranının düşüşü, karşı işleyişlerden ötürü, ancak uzun vadede bir eğilim olarak ortaya çıkar. Onun için bu olguya, kâr oranının düşme eğilimi yasası denir.
Yasanın işleyişini anlamada kolaylık olsun diye, bütün faktörleri sabit tutarak, basitleştirilmiş bir model kuralım. Yüz birimlik bir sermayenin yirmi birimi değişmez sermayeyi (20c), seksen birimi de değişken sermayeyi (80v) temsil etsin. Seksen birimlik değişken sermaye seksen işçinin ücretini karşılasın. İşçiler dokuz saatlik iş gününün altı saatinde kendi ücretlerini yeniden üretmek için (gerekli emek zamanı), geriye kalan üç saatte de kapitalist için (artı-emek zamanı) çalışsınlar. Bu durumda artı-değer oranı (s’) şöyle hesaplanır:
. s
s’ = ——– x 100 ya da
. v
. artı-emek zamanı 3
s’ = ——————————– x 100 = ——- x 100 = %50
. gerekli emek zamanı 6
Seksen işçi, altı saatlik gerekli emek zamanında ücretlerinin karşılığı olarak seksen birim (80v), üç saatlik artı-emek zamanında da kapitalist için kırk birim (40s), toplam olarak bütün iş günü boyunca yüz yirmi birim değer üretir. Üretim sürecinde değişmez sermaye (20c) kendi değerini olduğu gibi yeni ürüne aktaracağından, üretilen metaın değeri, 20c+80v+40s=140 olacaktır. Bu durumda kâr oranı %40’tır:
. s 40
p’ = ———– x 100 = ————– x 100 = %40
. c+v 20+80
Şimdi şirketin emek üretkenliğini artırmak için yeni teknolojiye yatırım yaptığını, böylece iş günündeki gerekli emek zamanını kısaltarak artı-emek zamanını uzattığını düşünelim. Bu durumda sermayenin bütününe oranla değişmez sermaye büyürken değişken sermaye küçülür:
Yeni durumda yüz birimlik sermayenin seksen birimi değişmez sermayeyi (80c), yirmi birimi de değişken sermayeyi (20v) temsil etsin. Yirmi birimlik değişken sermaye yirmi işçinin ücretini karşılasın. İşçiler dokuz saatlik iş gününün yarısında kendi ücretlerini yeniden üretmek için (gerekli emek zamanı), öteki yarısında da kapitalist için (artı-emek zamanı) çalışsınlar.
Yeni durumda artı-değer oranı, %100’e yükselmiştir. Artı-değer oranı yükselmiştir, ancak sayısı yirmiye düşen işçiler, gerekli emek zamanında ücretlerinin karşılığı olarak yirmi birim (20v), artı-emek zamanında da kapitalist için yirmi birim (20s), toplam olarak bütün iş günü boyunca kırk birim değer üretirler. Üretim sürecinde değişmez sermaye (80c) kendi değerini olduğu gibi yeni ürüne aktaracağından, üretilen metaın değeri, 80c+20v+20s=120 olur. Yeni durumda kâr oranı %20’dir:
. s 20
p’ = ———- x 100 = ————– x 100 = %20
. c+v 80+20
Değişmez sermayenin değişken sermayeye oranına sermayenin organik bileşimi denir. Değişmez sermayenin payı arttıkça sermayenin organik bileşimi yükselir. Yukarıdaki modelde görüldüğü gibi, sermayenin organik bileşimin yükselmesi, zaman içinde, kâr oranının düşme eğilimini ortaya çıkarır.
İleri teknolojiyle üretim yapmanın kâr oranını düşürücü etkisi, bir eğilim olarak, zaman içinde ortaya çıkar. Kısa vadede ise ileri teknolojiyle üretim yapmak daha kârlıdır:
“Hiçbir kapitalist, yeni bir üretim yöntemini, ne kadar üretken olursa olsun, artı-değer oranını ne kadar artırırsa artırsın, eğer kâr oranını düşürüyorsa gönüllü olarak uygulamaya koymaz. Ne var ki, bu türden her yeni üretim yöntemi metaları ucuzlatır. Bundan ötürü kapitalist, önceleri bunları üretim fiyatlarının, belki de değerlerinin üzerinde satar. Kendi metaının üretim maliyeti ile daha yüksek üretim maliyetine üretilen aynı malın piyasa fiyatı arasındaki farkı cebe indirir. Bunu yapabilir, çünkü bu son zikredilen metaın üretimi için toplumsal olarak gereken ortalama emek zamanı, yeni yöntemlerle yapılan üretim için gereken emek zamanından daha yüksektir.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 3, s. 264-265.)
İleri teknoloji ürünü metalar, geri teknoloji ürünü metalarla pazarda aynı fiyattan satılır. İleri teknoloji ürünü metalar, üretim maliyetleri daha düşük olduğu için daha çok kâr getirir. Ancak bu durum geçicidir. Bir süre sonra ileri teknoloji kullanımı sektörde yaygınlaşınca, yeni teknolojiyi ilk kullanan kapitalist işletmenin, toplumsal olarak gereken ortalama emek miktarının altındaki miktarla üretim yapma avantajı kaybolur. Böylece, kâr oranındaki düşüş bütün sektöre yayılır. Demek ki, tek tek kapitalistlerin kısa vadeli çıkarların peşinde koşmalarından ötürü kâr oranının zaman içinde düşmesi, kapitalistlerin iradesinin dışında gelişen tarihsel bir eğilimdir.
Sermaye birikiminin sınırı
Kâr oranındaki düşüş eğilimini bilimsel olarak ilk açıklayan Marks’tır. Burjuva düzeni aklayan ekonomi politikçiler de düşüş eğilimini görmüşler ama bunu açıklamaya cesaret edememişlerdir. Çünkü ekonomi politiğin bütün kurgusu, sermaye düzeninin kalıcı olduğu kabulüne dayanır. Bu yüzden Ricardo’lar, sermayeyi uzun vadede çöküşe götüren düşüş eğilimi karşısında dehşete düşmüşlerdir:
“Kâr oranındaki düşme, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve bundan ötürü kapitalist üretim sürecinin gelişmesine bir tehdit olarak görünür. Kâr oranının düşmesi aşırı üretimi, spekülasyonu, krizleri ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür. Bundan ötürü, kapitalist üretim tarzına mutlak gözüyle bakan Ricardo gibi ekonomistler, kapitalist üretim tarzının bu noktada kendine bir engel yarattığını hissederler. … Ama kâr oranının düşmesi karşısında kapıldıkları dehşetin asıl nedeni, kapitalist üretimin kendi üretici güçlerini geliştirmekte… bir engelle karşılaştığını hissetmeleridir. Bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının sınırlılığını, tamamen tarihsel ve geçici olan karakterini açığa vurur.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 3, s. 241-242.)
Sermaye, üretici güçleri kırbaçlayarak, değişmez sermaye girdilerinin fiyatlarını düşürerek, ücretleri işgücü değerinin altına iterek, iş ve yaşam koşullarını kötüleştirerek, el değmedik alanları sermayeye açarak kâr oranının düşme eğilimine karşı durmaya çalışır. Kâr oranının düşme eğiliminin işleyişi de sermayeyi bütün bu yolları geçip tüketmeye zorlayarak teorik sınırına doğru sürükler. Sermayenin üretici güçleri mutlak anlamda artık hiç geliştiremeyeceği noktaya varması, sermayenin miadını doldurduğu teorik sınırdır.
Bilgi yoğun teknolojilerin giderek daha çok canlı emeği üretim sürecinin dışına çıkarmakta oluşundan ötürü, yeni sermaye yatırımları eskiden olduğu kadar iş olanağı yaratmıyor. Yığınsal işsizlik kalıcılaşıyor, işçi sınıfının alım gücü düşüyor, dolayısıyla oransal olarak daha az geçim aracı satılıyor. Bu durumda, geçim araçları biçimindeki meta-sermayenin para-sermayeye dönüşmesi dar boğazlara giriyor. Sermayenin devrevi hareketinde tıkanmalar yaşanıyor. Kapitalizm satamadığı metalar altında boğuluyor.
Canlı emeği üretim sürecinin dışına çıkarmakta olan bilgi yoğun teknolojiler, artı-değer üretimini iflâsa sürükleyen bir serüveni başlatmıştır. Sermayenin artık anlamlı sayıda işçi istihdam edemeyecek noktaya gelmesi, sermayenin iç sınırıdır:
“Üretici güçlerde, emekçilerin mutlak sayısını düşürecek, yani tüm toplumun toplam üretimi daha kısa bir zaman aralığında gerçekleştirmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bölümünü işsiz bırakacağı için devrime yol açabilir. Bu, kapitalist üretimin özgül engelinin başka bir belirtisidir ki, üretici güçlerin gelişmesi ve zenginlik yaratılması için kapitalist üretimin asla mutlak bir biçim olmadığını, fakat belli bir noktada bu gelişmeyle çatışacağını da gösterir. Çalışan nüfusun kâh şu bölümünün kâh bu bölümünün eski istihdam tarzı altında işsiz kalmasından doğan periyodik krizlerde, bu çatışma kısmen görünür. Kapitalist üretimin sınırı, emekçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak boş zaman kapitalist üretimi ilgilendirmez. Üretkenlikteki gelişme, kapitalist üretimi, sadece işçi sınıfının artı-emek zamanını artırdığı ölçüde ilgilendirir, yoksa maddi üretim için harcanan emek zamanını genel olarak azalttığı için değil.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 3, s. 263-264.)
Doğada tüketilenin yerine konması, kirletilenin temizlenmesi, yani doğanın kendini yeniden üretmesi, doğa süreçlerinin iç ritimleriyle sınırlıdır. Doğanın kendini yenilemesi, sermayenin giderek artan tahribatına yetişememektedir. Sermayenin tahakkümü, insanı ve doğayı geri döndürülemez bir felâkete doğru sürüklemektedir. İnsan ile doğa arasındaki mevcut alışverişin sürdürülemezliği, sermayenin “dış” sınırıdır.
İnsanın kendi sapkın faaliyetiyle yarattığı bugünkü küresel cinnet hâli ya topyekûn kurtuluş ya topyekûn mahvoluş ikilemini, yani ya sosyalizm ya barbarlık ikilemini dayatmıştır. Bütün insanlığın ve parçası olduğu doğanın kurtuluşu, bütün dünya mülksüzlerinin birleşerek sermayenin tahakkümünü ortadan kaldırmasına bağlıdır.
Sermayenin tarihsel misyonu
Sermayenin, kuşaklar boyunca çektirdiği acılar pahasına, bilinçsizce yerine getirmekte olduğu tarihsel bir görevi vardır:
“Toplumsal emeğin üretici güçlerinin gelişmesi, sermayenin tarihsel görevi ve mazeretidir. Sermaye, işte böylelikle, daha yüksek bir üretim tarzının maddi gereklerini bilinçsizce yaratır.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 3, s. 259.)
Marks sermayenin tarihsel misyonunu şöyle anlatır:
“Sermaye açısından artı-değer olarak beliren şey, işçi açısından kendi ihtiyaçlarını karşılamak için, yani geçimini temin etmek için gereken emeğin ötesinde kalan fazladan emektir. Sermayenin büyük tarihsel rolü, işte bu artı-emeği, sırf kullanım değerleri ve sırf geçim maddelerinin bakış açısından fazlalık olan bu emeği yaratmaktır.
“Ne zaman ki, ihtiyaçlar, tüm yönleriyle gelişerek, gerekli olanın ötesindeki fazladan emeği bizzat bireysel ihtiyaçlardan doğan genel toplumsal bir ihtiyaç hâline getirir; ne zaman ki, sermayenin katı disiplini, kuşaklar boyu etkisini sürdürerek, genel çalışkanlığı yeni kuşakların ortak özelliği hâline getirir; ne zaman ki, sermayenin sınırsız zenginlik hırsıyla ancak sermayenin sağlayabileceği koşullarda sürekli kamçıladığı emeğin üretici güçleri, bir yandan, genel zenginliğin elde edilmesi ve korunmasının toplumun daha az emek zamanını gerektireceği, bir yandan da çalışan toplumun zenginliğin giderek artan yeniden üretimine, giderek daha da artan bolluk içindeki yeniden üretimine karşı bilimsel bir tutum takınacağı noktaya varır, dolayısıyla, insanın nesnelere yaptırabileceği şeyleri kendi emeğiyle yapma zorunluluğu sona erer; işte o zaman sermayenin tarihsel misyonu tamamlanmış olur. …
“Sermayenin zenginliğin genel biçimi uğruna durmaksızın uğraşması, emeği doğal ihtiyaçlarının sınırları ötesine sürerek, hem üretimde ve hem de tüketimde çok yönlü olan zengin bireyliğin (komünal toplumdaki özgür bireyliğin – YZ) gelişmesi için gereken maddi unsurları yaratır. … Sermaye bu nedenle üretkendir, bu nedenle toplumsal üretici güçlerin gelişmesi için gerekli bir ilişkidir. Sermaye bu niteliğini, ancak sermayenin kendisi üretici güçlerin gelişmesinin önünde bir engel olarak durmaya başladığında kaybeder.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 324-325.)
Yukarıdakileri şöyle tasnif edebiliriz:
- İnsanların ihtiyaçları çok yönlü gelişecek. (Gerçek zenginlik, insan faaliyetinin evrenselleşmesi, böylece ihtiyaçların çok yönlü gelişmesidir. Yerel, kapalı, kısıtlı ilişkiler içinde ömür tüketen birinin ihtiyaçları sınırlıdır. Sermaye yalnızca ihtiyaçları geliştirir. Herkesin gelişen ihtiyaçlarının karşılanmasına sermayenin kendisi engeldir.)
- Emeğin üretici güçleri öylesine gelişecek ki, çok az emek zamanıyla çok bol üretim yapılacak.
- Üretici güçlerin bu denli gelişmesinin sonucu olarak, işlerin çoğunu doğa güçlerine yaptırmanın maddi temeli döşenecek, “insanın nesnelere yaptırabileceği şeyleri kendi emeğiyle yapma zorunluluğu” sona erecek.