▪ Sanayi devrimi
▪ Sermayenin biçimsel ve gerçek egemenliği
▪ Makine kırıcılığı
▪ Bilgi yoğun teknolojik devrim
▪ Sermaye mekânsal sınırları aşıyor
▪ Ortalama kâr yasası küresel ölçekte işliyor
Sanayi devrimi
İlk kapitalist meta üretimi, geleneksel zanaatçı teknolojisini aynen devralan basit üretim birimlerinde ortaya çıktı. O zamanki kapitalist üretimin üretici güçlere getirdiği tek yenilik, geleneksel zanaatçılıktan devşirdiği işçileri aynı çatı altında toplu çalıştırmasıydı.
Zanaatçılıktan devşirme ilk işçiler, aynen zanaatçıyken yaptıkları gibi, bir malı baştan sona el aletleriyle ve kendi hızlarıyla üretiyorlardı. Emek süreci henüz bölünmemiş, basit bir düzenlemenin ötesine gidilmemişti. Yeni işçinin eski zanaatçıdan farkı şuradaydı: Zanaatçıyken, ürettiği malı satarak geçiniyordu. İşçi olduktan sonra ise aynı malı üretme kapasitesini, yani işgücünü satarak geçinmeye başlamıştı.
Aynı çatı altında toplu çalışma pratiği, zamanla iş bölümü ve uzmanlaşmayı geliştirdi. Böylece kapitalizmin manifaktür aşamasına geçildi. Manifaktürün tarihsel katkısı, iş bölümünün yalınlaştırdığı emek süreçlerinde kullanılmak üzere daha incelmiş emek aletlerinin geliştirilmesi oldu. Ancak üretimde hâlâ el aletleri, kol gücü, işçilerin öznel beceri ve hızı egemendi. Kapitalist üretim hâlâ emekleme dönemindeydi.
On sekizinci yüzyıl sonlarında İngiltere’de başlayan sanayi devrimi, geniş ölçekli makineli üretim çağını açtı. Makine devrimi, yani o zamanın bilimsel-teknolojik devrimi, etkilediği toplumları boydan boya harmanladı. El aletleri teknolojisine dayalı el emeğinden makine teknolojisine dayalı sanayi emeğine doğru hızlı bir dönüşüm yaşandı.
Sanayi devrimini tetikleyen buhar makinesi, üretici güçlerde çağ açıcı bir dönüşüm başlattı. Bu dönüşümün ne anlama geldiğini Marks’tan okuyalım:
“İngiltere’de buharla işleyen dokuma tezgâhı elle işleyen tezgâhla rekabete giriştiği zaman, belli bir iplik miktarını bir karış beze dönüştürebilmek için artık eskisinin ancak yarısı kadar bir emek zamanına gerek kaldı. Zavallı el tezgâhı dokumacısı eskiden günde 9-10 saat çalışıyorken artık günde 17-18 saat çalışır oldu. Fakat onun 20 saatlik emek ürünü, artık ancak 10 saatlik toplumsal emeği, yani belirli bir iplik miktarını kumaş hâline getirmek için toplumsal olarak gereken 10 saatlik emeği temsil ediyordu. Demek ki, 20 saatlik ürününün değeri, evvelce 10 saatte ürettiği malın değerinden hiç de fazla değildi.” (K. Marks, “Ücret, Fiyat, Kâr”, 1865, MESE, İng., c. 2, s. 51.)
Buhar makinesinin dokumacının emek üretkenliğine getirdiği olağanüstü artış sayesinde, belli bir ürün için toplumsal olarak gereken ortalama emek miktarı yarıya düştü. Bu olgu, manifaktüre dayalı dokuma sanayiini buhar teknolojisine geçmeye zorladı, geçemeyeni de yıktı.
Buhar makinesinin ulaşıma (lokomotif, buharlı gemi) ve öteki sektörlere uygulanmasıyla aynı süreç bütün ekonomide yaşandı. Böylece kapitalist üretim, manifaktür aşamasından maşinofaktür (fabrika) aşamasına yükselerek ayağa kalktı. (Latince manus “el”, facere de “yapmak” anlamına gelir. Manifaktür el tezgâhlarında yapılan üretimi, maşinofaktür ise makinelerle yapılan üretimi anlatır.)
Daha sonra, içten patlamalı motorların, elektrik dinamolarının devreye girişiyle birlikte kapitalist üretimin teknolojik temeli pekişti. Kapitalist üretimi ayağa kaldıran üretici güçler düzeyi, makine teknolojisi, hidrokarbon enerjisi ve sanayi emeğidir.
Sermayenin biçimsel ve gerçek egemenliği
Kapitalizmin manifaktür aşamasında, yani el aletleri teknolojisine dayalı üretimde emek sürecinin örgütlenmesi tamamen özneldi. Üretim süreci, işçilerden kurulu bir insan zinciri olarak görünürdü. İşçiler emek aletlerini kendi iradelerinin bir uzantısı olarak kullanırlardı.
Manifaktür aşamasındaki üretim süreci, ağırlıklı olarak işçilerin becerisi, hızı ve çalışma isteği gibi öznel durumlarına bağlıydı. Manifaktür sermayesi, üretim sürecinin bu öznel yapısından ötürü, işçiler üstünde ancak biçimsel egemenliğini kurabilmişti:
“Başlangıçta emeğin sermayenin boyunduruğu altına girmesi, emekçinin kendi hesabına değil, fakat kapitalistin hesabına çalışması ve dolayısıyla onun emri altına girmesinin biçimsel sonucundan başka bir şey değildir.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 313.)
Normal olarak bir meta satıldığında eski sahibiyle hiçbir ilişiği kalmaz. Satılan meta üstündeki kontrol tamamen yeni sahibe geçer. Metaı satın alan onu istediği gibi tasarruf eder. Ancak bu durum işgücü metaı için aynen geçerli değildir. Çünkü işgücü, işçiden mutlak olarak koparılamaz. Kapitalist satın aldığı işgücü metaını üretim süreci içinde tüketirken, işçi de bir özne olarak orada bulunmak durumundadır. O hâlde, sermayenin satın aldığı işgücü metaını istediği gibi tasarruf edebilmesi için, işçilerin öznelliğini ezerek onlar üstünde tam bir tahakküm kurması gerekir.
Manifaktür işçileri hem üretimin plânlanmasında ağırlığı olan hem de üretimi fiilen gerçekleştiren usta işçilerdi. Üretim tamamen işçilerin bilgi ve becerisine bağlıydı. Manifaktür sermayesi, bundan ötürü, kendileri olmadan işin yürümeyeceğini bilen usta işçilere istediği disiplini dayatamıyordu:
“Zanaatçı becerisi manifaktürün temeli olduğu için ve manifaktür mekanizmasının bütünü emekçiler dışında bir iskelete dayanmadığı için, sermaye, mütemadiyen işçilerin itaatsizliğiyle uğraşmak zorunda kalır. Dostumuz Ure, … ‘işçi ne kadar çok beceriliyse o kadar çok inatçı ve dik başlı olmaya eğilimlidir, dolayısıyla … mekanik bir sistemin parçası olmaya o kadar az uygundur’ diyor. Bundan ötürü, bütün manifaktür dönemi boyunca, işçiler arasında disiplin eksikliğinden şikâyet edilmiştir.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 346-347.)
Sermayenin işçiler üstünde tam bir tahakküm kurması, bilgi ve beceriyi işçilerin elinden alan makine teknolojisi sayesinde mümkün olmuştur. Sermaye, sanayi devrimiyle açılan dönemde, işçileri makinelerin uzantısı hâline getiren fabrika sistemine geçti. Sermaye, böylece, dik duruşlu manifaktür işçisine bağımlılıktan kurtularak üretim süreci ve işçiler üstünde gerçek egemenliğini kurdu.
Maşinofaktürde, yani fabrika sisteminde üretim hattı yan yan gelen işçilerden değil, fakat yan yana getirilen makinelerden oluşur. Makinelerden oluşan üretim hattında işçilerin yapacağı iş, sermayenin iradesini temsil eden üretim mühendislerince önceden plânlanmıştır. İşçiler, bu plân uyarınca makinelerin eklentisi olarak üretim hattında yer alırlar. Artık işçiler, sermayenin kurguladığı üretim örgütlenmesi içinde, o iradeye fiilen bağımlı olarak bulunurlar.
Fabrika sisteminde işçiler makineleri kullanmazlar, fakat makineler işçileri “kullanır”. İşçi, artık kendi iradesinin belirlediği hız ve yoğunlukta değil, fakat entegre makine sisteminin dayattığı hız ve yoğunlukta çalışır. Fabrika sisteminde “işçiler yalnızca bilinçli organlar olarak, otomasyonun bilinçsiz organları ile iş birliği içerisinde ve onlarla birlikte merkezi hareket ettirici güce tâbi olarak görünürler”. (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 395.)
Sermayenin biçimsel egemenliği mutlak artı-değer üretimiyle, sermayenin gerçek egemenliği ise nispi artı-değer üretimiyle bağlıdır. Sermayenin biçimsel egemenlikten gerçek egemenliğe geçişine, sermayenin mutlak artı-değer üretimine dayalı birikim stratejisinden nispi artı-değer üretimine dayalı birikim stratejisine geçişi eşlik eder.
“Mutlak artı-değer üretimi, münhasıran iş gününün uzunluğuyla bağlıdır. Nispi artı-değer üretimi ise emeğin teknik sürecini ve toplumun bileşimini tamamen devrimcileştirir. Bu nedenle nispi artı-değer üretimi, emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığının sağladığı temel üzerinde kendi yöntemleri, araçları ve koşullarıyla birlikte spontane olarak doğup gelişen özgül bir tarzı, kapitalist üretim tarzını öngörür. Bu gelişme sırasında emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığı, yerini, zamanla gerçek bağımlılığa bırakır.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 477-478.)
Makine kırıcılığı
Teknolojik yeniliklerin üretime uygulanması, her zaman kapitalistlerin işçi sınıfına karşı verdikleri sınıf mücadelesinin bir aracı olmuştur. Marks, sermayenin işçi sınıfının başkaldırısını ezmede bilimsel buluşlardan, makinelerden nasıl yararlandığını şöyle anlatır:
“Makine işçinin karşısına daima onun sırtını yere getiren ve onu gereksizleştiren bir rakip olarak çıkmakla kalmaz. Makine aynı zamanda işçiye düşman bir güçtür de. Makine öylesine düşmandır ki, sermaye buna kuvvetle sarılır ve bundan yararlanır. Makine işçi sınıfının sermayenin tahakkümüne karşı periyodik başkaldırılarını, yani grevleri bastırmada en güçlü silahtır.
“Gaskell’e göre, buharlı makine daha baştan insan gücünün uzlaşmaz karşıtıydı. Kapitalistler yeni doğan fabrika sistemini krizle tehdit eden işçilerin artan taleplerini ayaklar altına almada bu uzlaşmaz karşıttan (buharlı makineden – YZ) yararlanmışlardır. 1830’dan bu yana, sırf işçi sınıfının ayaklanmalarına karşı sermayenin eline silah vermek amacıyla yapılan icatların epey bir tarihi yazılabilir. …
“Ure, iplik düzeltme makinesi için şöyle diyor: ‘İş bölümünün eski siperleri arkasında kendilerini çok güvende sanan hoşnutsuzlar takımı, yeni mekanik taktiklerle çevrelerinin sarıldığını, savunma hatlarının işe yaramadığını gördüler ve kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kaldılar.’
“Ure, otomatik dokuma tezgâhının icadı hakkında da şöyle diyor: ‘… Bu buluş, daha önce ileri sürülmüş bulunan büyük öğretiyi doğruluyor: Sermaye bilimi hizmetine aldığı zaman, işçinin itaatsiz eli uysallığı öğrenecektir.’” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 410-411.)
Manifaktür aşamasından maşinofaktür aşamasına geçiş, işçi sınıfının sert direnişiyle karşılaşmıştır. İngiltere’de 1790’larda başlayan ve 1811-1812’de zirveye çıkan Ludist hareket, bu direnişin destansı klâsiğidir.
Ludist hareket ya da makine kırıcılığı hareketinin merkezi, en çok işçiyi istihdam eden tekstil sektörüydü. Sektördeki el tezgâhlarının yerini makineler alıyor, dolayısıyla dokuma ustalarının mesleki hünerleri gereksizleşiyordu. El tezgâhlarına dayalı üretimde baş rolü oynadıkları için sermaye karşısında dik durabilen usta işçilerin yerini, makinelerin eklentisi hâline geldikleri için sermayeye boyun eğen düz işçiler alıyordu.
Makinelerin emek üretkenliğini olağanüstü artırmasının paradoksal bir sonucu, iş süresinin uzaması oldu. Çünkü sermaye, makineler sayesinde üretim süreci üstünde tam hâkimiyetini kurdukça, el koyduğu artı-değer kitlesini çoğaltmak için işçilere daha çok yüklenme imkânını buldu.
Sermaye üretim sürecini kendi sapkın doğasına göre dönüştürdükçe, ücretler düşüyor, iş yoğunluğu artıyor, iş günü uzuyordu. İş ve yaşam koşulları hızla kötüleşen işçiler, bu durumu makinelerden bildiler. İşçiler, makinelerin fiziksel varlığında, işlerini ellerinden alan, üretimdeki otonomilerini ortadan kaldıran düşman bir güç gördüler ve öfkelerini makinelere yönelttiler.
Gerçekte işçilerinin otonomisini ortadan kaldıran, iş ve yaşam koşullarını kötüleştiren, makineler değil, fakat makineler vesilesiyle sermayeydi. Sermaye, o zamana kadar ancak biçimsel olarak kontrol ettiği işçileri artık makineler sayesinde gerçek egemenliği altına almaya başlamıştı.
Tarihsel mücadelelerin niteliği, çoğu durumda, mücadeleyi verenlerin bilincine ve mücadele içinde yükselen şiarlara bakılarak açıklanamaz. Tarihsel mücadelelerin gerçek niteliği, daha ziyade, üretim tarzında o dönemde ne gibi dönüşüm olduğundan hareketle açıklanabilir.
Makine kırıcılığı hareketi, sermayenin biçimsel egemenlikten gerçek egemenliğe geçişine karşı bir direniş hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Makine kırıcılığı hareketi, manifaktür aşamasındayken sermayeye karşı dik durabilen işçilerin, maşinofaktür aşamasına geçişle birlikte bu otonomilerinin yok oluşuna karşı içgüdüsel isyanlarıdır.
Bilgi yoğun teknolojik devrim
Günümüz dünyasında, sanayi devriminden nitelik olarak çok farklı, bambaşka bir bilimsel-teknolojik devrim gelişmektedir. Günümüzün bilimsel-teknolojik devrimi, makine teknolojilerini kırıp geçirmekte ve üretim faaliyetini dünya çapında köklü bir değişikliğe uğratmaktadır.
Bütün teknolojiler, kullandıkları doğa süreçlerinin karmaşıklık düzeyine göre derece derece bilgi içerir. Ancak günümüz teknolojileri, daha öncekilerle kıyaslanamayacak kadar yoğun bilgiye dayanıyor. Onun için bunlara bilgi yoğun teknolojiler diyoruz.
Makine teknolojisi, işçilerin aynı çatı altında ya da entegre sanayi tesislerinde toplu çalıştırılmasını zorunlu kılar. Çünkü makine teknolojisiyle yapılacak üretim, işçileri yanaşık düzende çalıştıran bir örgütlenmeyi gerektirir. Sonra, makinelerin bakımı, üretimin teknik kontrolü, standartların tutturulması, mühendislik desteği hâlâ insan faktörüne bağlıdır. Onun için üretimi çeşitli açılardan destekleyen ve denetleyen kalabalık bir teknik hiyerarşinin kurulması işin doğası gereğidir. Bunların üstünde bir de idari yapılanma yükselir.
Bilgi yoğun teknolojiler ise üretim örgütlenmesindeki yanaşık düzen zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. Konvansiyonel makine ve takım-tezgâhlar hızla terk ediliyor. Bilgisayara dayalı ve esnek kullanımlı sistemler devreye giriyor. Ürün tasarımları bilgisayar ortamlarında hazırlanıyor. Tasarımlar akıllı imalat sistemlerine doğrudan aktarılıyor.
Bilgi yoğun teknolojiler, üretim süreçlerinin küçük parçalara ayrılarak farklı coğrafyalardaki birimlere dağıtılmasını olanaklı kılıyor. Üretimin değişen pazar koşullarına hızla uyarlanması, teknik kontrol, birimler arası eşgüdüm, internet sayesinde kolaylıkla sağlanabiliyor.
Üretim birimleri arasındaki parça trafiğini, dünyanın her köşesinde ağlarını kuran lojistik şirketleri üstleniyor. Farklı mekânlarda üretilen yarı mamul parçaların öteki birimlere tam zamanında ulaştırılması, geleneksel depo örgütlenmesini küçültüyor. Bütün bu gelişmeler karşısında, eski tarzda örgütlenmiş sanayi tesisleri artık hantal kalıyor.
Bilgi yoğun teknolojiler, enformasyon teknolojisi, bilgisayarlar, robotlar, geleneksel makine teknolojisinin işçiye biçtiği rolü kökten değiştiriyor. Bilgi yoğun teknolojiler, işçiyi makinelerin eklentisi olma rolünden uzaklaştırıyor, işçiyi giderek üretim sürecinin dışına çıkarıyor, canlı emeğe olan ihtiyacı azaltıyor.
Robotik sistemler işçinin mesleki becerisinin yerini alıyor. İşçinin üretici sistemde oynadığı bilinçli rol, dijital dilde kodlanıyor, bilgisayar yazılımlarına geçiriliyor. Mikroçips teknolojisinin kaydettiği beceri, işçinin fiziksel varlığının dışında, robotta, akıllı sistemde yeniden vücut buluyor.
Bilgi yoğun teknolojiler, canlı emeğin yaratıcı zihinsel emek olarak üretim sürecinin nezaretçisi konumuna yükselmesinin maddi koşullarını döşemektedir. Bilgi yoğun teknolojiler, yaratıcı zihinsel emeği giderek öne çıkarmakta olan teknolojilerdir.
Sermaye mekânsal sınırları aşıyor
Marks sermayeyi bir hareket olarak şöyle tasavvur eder:
“Sermaye bir harekettir, yani çeşitli aşamalardan geçerek çember çizen bir süreçtir. Bu aşamaların her biri, sürecin çember oluştururken aldığı üç farklı biçimden birini içerir. İşte bu yüzden sermaye, kıpırtısız duran bir şey olarak değil, ancak bir hareket olarak anlaşılabilir.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 2, s. 108.)
Sermayenin çember çizen hareketi ya da devrevi hareketi üç aşamadan geçer. Her bir aşamada sermayenin üç farklı biçiminden biriyle karşılaşırız.
Birinci aşama: Sermaye, para kılığında, yani para-sermaye biçiminde dolaşım sürecindedir. Kapitalist, cebine para-sermayeyi koyarak meta ve işgücü pazarına çıkar. Para-sermaye ödeyerek karşılığında üretim araçları ve işgücü satın alır. Para-sermayenin işlevi, işçiyle üretim araçlarını yan yana getirmektir. Para-sermaye, bu işlemin sonunda üretken-sermayeye dönüşür.
İkinci aşama: Sermaye, işgücü ve üretim araçlarına dönüşmüş hâliyle, yani üretken-sermaye biçiminde üretim sürecindedir. İşçiler, üretim süreci içinde, işgüçlerinin değerini, kullandıkları emek nesnelerinin değerini, emek araçlarının yıprandığı kadarının değerini ve yarattıkları artı-değeri ürettikleri ürüne aktarırlar. Sermaye, baştaki değerine işçilerin yarattığı artı-değeri de eklediği için, bu süreçten büyümüş olarak çıkar.
Üretken-sermayenin işlevi, üretim süreci içinde yaratılan artı-değeri kendi içine katarak büyümektir. Zaten kapitalist üretimin bütün amacı artı-değer sömürüsüdür. Sermaye, ancak üretim aşamasındayken, yani artı-değer üretimi sağladığı aşamadayken üretken olur. Onun için devrevi hareketinin bu aşamasındaki sermayeye üretken-sermaye denir.
Üçüncü aşama: Sermaye üretim sürecinden meta kılığında çıkar. Onun için üretim sürecinden çıkan sermayeye meta-sermaye denir. Sermaye meta-sermaye biçiminde tekrar dolaşım sürecine girer. Çünkü üretilen metada içerilen artı-değer, ancak meta pazarda satılınca realize edilir. Kapitalist, üretim sürecinde el koyduğu artı-değeri de içeren meta-sermayeyi, pazarda parayla mübadele ederek para-sermayeye dönüştürür. Böylece artı-değer realize edilmiş ve sermayenin devrevi hareketi tamamlanmış olur.
Görüldüğü gibi sermaye, devrevi hareketinin birbirini izleyen üç aşamasında, üç farklı biçim alır. Sermayenin aldığı her biçim, belli bir işlevi yerine getirir. Onun için bunlara sermayenin işlevsel biçimleri denir. Sermayenin bir işlevsel biçimden ötekine geçerek başlangıç biçimine geri dönmesine sermayenin devri denir.
“Sermaye-değerin, dolaşımının çeşitli aşamalarında büründüğü iki biçim, para-sermaye ve meta-sermayedir. Üretim aşamasına ilişkin biçim ise üretken-sermayedir. Devrevi hareketinin tamamı boyunca, bu biçimlere girip çıkan ve her birinde o özgül biçime ait işlevleri yerine getiren sermaye, sanayi sermayesidir.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 2, s. 50.)
Sanayi sermayesinin dışındaki sermaye çeşitleri, sanayi sermayesinin devrevi hareketinde aldığı işlevsel biçimlerden türer. Örneğin, ticaret sermayesi meta-sermaye biçiminden, borç sermayesi para-sermaye biçiminden doğar. Dolayısıyla öteki sermaye çeşitleri, ancak sanayi sermayesine referans verilerek anlaşılabilir. Bu bakımdan sanayi sermayesinin devrevi hareketini çözümlemek, genel olarak sermayeyi anlamanın anahtarıdır.
Kapitalizmin tarihi, sermayenin devrevi hareketindeki bu üç momentin toplumları adım adım dönüştürmesinin tarihidir.
Sermaye, doğuşundan bu yana gitgide genişlettiği mekânda, meta-sermaye ve para-sermaye biçiminde dolaşmaktadır. Geçtiğimiz yüzyıllarda, sermayenin bu iki biçimi yeryüzünde hareket ederken, sermayenin üretken-sermaye biçimi içinde doğduğu ya da sermaye ihracı yoluyla içine yerleştiği toplumsal havzalarda çakılı kalmıştır.
Para-sermayenin dünyanın her köşesinden satın aldığı hammaddeler, metropollere taşınarak üretken-sermaye biçimine dönüştürülmüştür. Dünyanın fabrikası işlevi gören metropollerin işgücü açığı da yine “ithalat”la karşılanmıştır. Geçen iki yüzyılda dünya coğrafyasında yaşanan yığınsal işçi göçleri, sermayenin üretken-sermaye momentinde mekân değiştirememesinden kaynaklanmıştır.
Bugün ise durum değişmiştir. Bilgi yoğun teknolojik devrim, aynı üretken-sermayenin, dünyanın her yerinde, aynı anda, tek bir bütünsel üretim sürecini örmesinin maddi-teknik temelini yaratmıştır. Günümüzde sermayenin üretken-sermaye momenti de ülke sınırlarını aşıp bütün yeryüzünü kapsama imkânına kavuşmuştur.
Üretken-sermayenin ulus-devlet sınırlarını aşıp küresel mekânda üretimi örgütlemeye başlamasıyla, artı-değer sömürüsü çok daha derin bir anlam kazanmıştır. Şimdi artık, dünya işçilerinin farklı coğrafyalarda ürettiği artı-değere, aynı bütünsel üretim süreci içinde, aynı anda, aynı üretken-sermaye tarafından el konulmaktadır. Sermaye, yaratmakta olduğu dünya-toplumsal ilişki ağı içinde devinerek kendi değerini büyütebilmekte, yani küresel mekânda sermaye birikimi yapabilmektedir. Şimdi artık üretken-sermaye, eskiden olduğu gibi yalnızca ülke-toplumsal bir ilişkiyi değil, fakat dünya-toplumsal bir ilişkiyi ifade eder olmuştur.
Uluslararası şirketler, ana gövdesi doğduğu ülkede bulunan, başka ülkelerde kendine bağlı kuruluşları olan dev şirketlerdir. Bağlı kuruluşlar, ana gövdenin daha küçük çapta tekrarı gibidir. Uluslararası şirketlerin girdiği ülkede üretilen artı-değer, yine o ülke pazarında realize edilir. Bu durumda, sermayenin kendi değerini büyütmesi, yani sermaye birikimi o ülke-toplumsal ilişkiler ağı içinde gerçekleşmiş olur.
Küresel şirketlerde ise durum farklıdır. Küresel şirket, dünya pazarını tek bir ekonomik havza olarak görür. Üretim ve pazarlama dünya çapında kesintisiz bir süreç olarak tasarlanıp örgütlenir. Küresel şirketin yeryüzüne yayılmış üretim birimleri, aynı üretim sürecinin tamamlayıcı unsurlarıdır. Dünya coğrafyasında üretilen artı-değer, yine dünya çapında plânlanan satış operasyonlarıyla, dünya pazarında realize edilir. Bu durumda, sermayenin kendi değerini büyütmesi, yani sermaye birikimi dünya-toplumsal ilişkiler ağı içinde gerçekleşmiş olur.
Uluslararası ekonomi, üretken-sermayenin ülke-mekânlara çakılı kaldığı makineli üretim çağının olgusudur. Küresel ekonomi ise üretken-sermayenin küreselleşmekte olduğu bilgi yoğun teknoloji çağının olgusudur. Bugün artık, üretimin toplumsallaşma süreci ülke-toplumsal havzalara sığmamakta ve dünya-toplumsal mekânı yaratmaktadır. Bu demektir ki, sermaye birikiminin ihtiyaç duyduğu toplumsal-siyasal koşullar değişmektedir.
Makineli üretim çağına uygun sermaye birikimi tarzı, toplumsallık illüzyonu olarak ulusları ve ulus-devletleri ortaya çıkarmıştı. Bilgi yoğun teknoloji çağına geçişle birlikte sermayenin devrevi hareketi küreselleştiği için, sermayenin birikim tarzı da küreselleşmektedir. Sermayenin küresel birikim tarzı, küresel bir toplum illüzyonu doğurmaktadır. Buna bağlı olarak, ulus-devlet örgütlenmeleri aşılmakta ve küreselleşen sermaye giderek küresel egemenlik biçimleri yaratmaktadır.
Ortalama kâr yasası küresel ölçekte işliyor
Sermaye, değişmez sermaye ve değişken sermaye diye iki bölümden oluşur.
Sermayenin değişmez bölümüyle üretim araçları, yani emek araçları ve emek nesneleri satın alınır. Emek araçlarındaki değer, emek araçları üretim sürecinde ne kadar yıpranırsa o kadarıyla metaa geçer, yıpranmadığı kadarıyla emek araçlarında kalır. Emek nesneleri ise üretim sürecinde tamamen tüketilir, dolayısıyla emek nesnelerindeki değerin tamamı metaa geçer. Sermayenin üretim araçlarına yatırılan bölümünün değeri üretim sürecinden hiç değişmeden çıktığı için, sermayenin bu bölümüne değişmez sermaye (c) denir.
Sermayenin değişken bölümüyle işgücü metaı satın alınır. İşgücü işçinin çalışma, emek sarf etme kapasitesi demektir. İşgücü, sıradan bir meta değil, fakat artı-değer üretme kapasitesi olan özel bir metadır.
Sermayenin satın aldığı işgücü metaı, üretim sürecinde kendinden daha büyük bir değer üretir. Böylece, sermayenin ücretlere ayrılan bölümünün temsil ettiği değer, üretim sürecinin sonunda kendini büyütmüş olarak çıkar. Onun için sermayenin işçi ücretlerine ayrılan bölümüne değişken sermaye (v) denir. Sermayenin bütününe (C) dersek, sermayenin formülü C=c+v olur.
İşçi, işgücünün karşılığı olarak aldığı değeri, iş gününün gerekli emek zamanı denen bölümünde yeniden üreterek metaa katar. İş gününün geriye kalan bölümüne, artı-emek zamanı denir. İşçinin bu bölümde ürettiği değere artı-değer (s) denir. Artı-değer, işçinin üretim sürecinde yarattığı toplam değer ile kapitalistin işçiye ücret olarak ödediğinin arasındaki farktır. Kârın kaynağı artı-değerdir.
Üretilen metaın pazarda satılmasıyla realize edilen artı-değerin başlangıçta yatırılan sermayeye yüzde olarak oranına kâr oranı (p’) denir:
. s s
p’ = ——- x 100 ya da p’ = ——— x 100.
. C c+v
Belli bir malı üreten işletmelerin sermaye bileşimleri, teknolojik durumları, dolayısıyla emek üretkenlikleri birbirlerinden farklıdır. Bundan ötürü, her işletmenin ürettiği malın birim başına içerdiği emek miktarı ötekilerden farklıdır.
Belli bir mal, ileri teknolojiyle üretilirse “toplumsal olarak gereken ortalama emek miktarı”nın altındaki bir miktarla üretilir. Aynı mal, geri teknolojiyle üretilirse “toplumsal olarak gereken ortalama emek miktarı”nın üstündeki bir miktarla üretilir. Fakat, içinde farklı miktarlarda emek cisimleşen bu mallar, pazardaki rekabetten ötürü aynı fiyattan satılır. Böylece, geri teknolojili üretim birimlerinde el konulan artı-değerin bir bölümü, ekstra kâr biçimine dönüşerek, ileri teknolojili üretim yapan sermayeye aktarılmış olur.
İleri teknolojili sermaye geri teknolojili sermayeyi sömürmez. Her ikisi de beraberce işçiyi sömürür. Ama geri teknolojili sermaye, el koyduğu ama henüz realize edemediği artı-değerin bir bölümünü, mallar aynı fiyattan satıldığı için, pazarda ileri teknolojili sermayeye kaptırır. Böylece üretkenliği yüksek olan sermayenin kâr oranı yükselir, üretkenliği düşük olan sermayenin kâr oranı düşer. Rekabette alta düşen sermaye için tehlike çanları çalmaya başlar, rakiplerinin üretkenlik düzeyini yakalama gayretiyle teknolojik yatırıma yönelir. Rekabet, böylece teknolojik ilerlemeyi kışkırtır.
Farklı endüstri dallarında farklı kâr oranları oluşur. Sermaye, daima, en yüksek kâr oranının oluştuğu sektöre doğru akar. Sermaye çeken sektörde üretim artınca, o sektörde mal bolluğu doğar. Bunun sonucunda o sektörde malın fiyatı, dolayısıyla kâr oranı düşmeye başlar. Sermayenin çıktığı sektörlerde ise tersi olur. Böylece, bileşik su kapları misali, sektörler arasında kâr oranları eşitlenme eğilimine girer. Rekabetin hem aynı sektör içinde hem de bütün sektörler arasında eşzamanlı işleyişi sonucu, endüstrinin tamamı için bir ortalama kâr oranı oluşur.
Eskiden artı-değer ulusal havuzlarda üretiliyordu. El konulan artı-değer, genellikle ülke içinde realize ediliyordu. Dolayısıyla ortalama kâr oranı, ulus-devletlerin gümrük duvarlarıyla korumaya aldıkları ulusal pazar içinde oluşuyordu. Ulus-devletler, ülke içi sermaye birikiminin çıkarları doğrultusunda, ortalama kâr oranının oluşumuna vergiler, ithalat düzenlemeleri, teşvikler, sosyal harcamalar gibi araçlara müdahale edebiliyorlardı.
Şimdi ise üretken-sermayenin ülke coğrafyalarını aşarak yeryüzü mekânında devinime çıkmasıyla, ortalama kâr oranının oluşumuna ulus-devlet araçlarıyla müdahale etme olanakları azalmaktadır. Ortalama kâr oranının oluşumu, ulus-devlet çerçevesindeki müdahalelerden uzaklaştıkça, dünya pazarının daha rekabetçi iklimine girmektedir.
Bir malın üretimi için eskiden ulusal havuzlarda oluşan “ülke-toplumsal olarak gereken ortalama emek miktarı”nın yerini, şimdi artık dünya pazarında oluşan “dünya-toplumsal olarak gereken ortalama emek miktarı” almaktadır. Dünya pazarı, üretkenlikte dünya-toplumsala yaklaşamayan sermayeleri iflâsa sürükleyerek, o sermayelerin küresel üretici güçleri örgütleme yeteneği taşımadığını ilân etmektedir. Emek üretkenliğinde dünya-toplumsalı yakalayan sermayeler ise böylece dünya pazarının onayını alarak ömürlerini uzatmaktadırlar.
Sermayenin ulus-devlet mevzuatlarından kurtulup ülkeden ülkeye akışkanlığı arttıkça, iç pazar – dış pazar ayrımı giderek kapanmaktadır. Kapitalist küreselleşme toplumları girdabına alıp harmanladıkça, iç dinamik – dış dinamik kategorilerinin önemi giderek azalmaktadır.