▪ Marks’ın doğrusu – Lenin’in uydurusu
▪ Lenin’in birinci aşama curcunası
▪ Sopayla sosyalizme alıştırmak
▪ Lenin kırıntıdan devlete zıplıyor
▪ Hukukun cibilliyeti
▪ Hukuk aklı
▪ Burjuva hukuk jokeri
▪ Burjuva hukukun marifetleri
▪ Halk kitlelerini terbiye etmek
▪ Sosyalizmde devlet mülkiyeti olmaz
▪ Sakın efsane söyleme
▪ Sen biliksin ve ol bilicidir
Bir zamanların Sovyetler Birliği, bütün meşruiyetini sosyalist toplum olduğu iddiasına dayandırmıştır. Ancak Marks’ın teorisi devletli sosyalizmi asla aklamaz. Onun için Sovyetler Birliği, kendi devletli varlığını onaylayan bir iktidar ideolojisi yaratmıştır. Sovyetler Birliği devleti, Marksizm-Leninizm dediği bu resmî ideolojiyi sol harekete takma akıl olarak servis etmiştir.
Marksizm-Leninizm’deki Marks referansı göstermeliktir. Takma aklı imal edenler, Marks’ı unutturmak için iki sinsi operasyon yapmışlardır:
Birincisi, “genç Marks – olgun Marks” hokkabazlığıyla Marks’ın teorisindeki bütünselliği inkâr etmek olmuştur. Marks’taki yabancılaşma, tersine dönmüş dünya, mistik toplumsal ilişkiler, mistik bilinç, eleştiri, tersine çevirme, inkârın inkârı gibi temel kavramlar, “Marks’ın sonradan terk ettiği gençlik fikirleridir” uydurmasıyla bir kenara itilmiştir. Oysa o kavramlar, Marks’ın ömrü boyunca geliştirdiği insanlığın kurtuluşu teorisinin dayandığı temelleri verir.
İkinci operasyon, “çağımızın Marksizm’i Leninizm’dir” hipnozuyla âdeta Marks’ın eskidiğini ima eden bir bilinçaltı döşemek olmuştur. Böylece Marks’ın teorisinin üstü örtülüp onun yerine devletçi sapmayı meşrulaştırmakla işlevli Leninizm versiyonları öne çıkarılmıştır.
Marksizm-Leninizm, yani Sovyetler Birliği devletini kutsayan takma akıl, mantıksal kurgusunun merkezine Lenin’in şu iddialarını yerleştirir:
“Rus devrimiyle kazanılmış olanlar geriye dönüşsüzdür. Yeryüzündeki hiçbir güç bunu ortadan kaldıramaz. Yeryüzündeki hiçbir güç Sovyet devletinin yaratılmış olduğu gerçeğini silip atamaz. Bu tarihsel bir zaferdir… Tarihin en büyük buluşu yapılmış, proleter tipte bir devlet yaratılmıştır.” (V. İ. Lenin, “On Birinci Parti Kongresi’ne Rapor”, 27 Mart 1922, Toplu Eserler, İng., c. 33, s. 301.)
1922 Mart kongresinde iktidar sahibi olarak böylesine üst perdeden konuşan Lenin, sadece dokuz ay sonra, iktidar dizginlerinin ellerinden kaydığı son demlerinde ise şu itiraflarda bulunur:
“Birleşik bir aygıtın gerekli olduğu söyleniyor. Bu pişkinlik nereden geliyor? Bu pişkinlik, günlüğümün daha önceki bölümlerinden birinde parmak basmış olduğum gibi, Çarlık’tan devralıp biraz da Sovyet yağına buladığımız o aynı Rus (devlet – YZ) aygıtından gelmiyor mu?
“…Kendimizin diye adlandırdığımız bu aygıt (Rus devleti – YZ), aslında hâlâ bize oldukça yabancıdır. Bu aygıt bir burjuva ve Çarlık karışımıdır.” (V. İ. Lenin, “Milliyetler ya da ‘Özerkleştirme’ Sorunu”, 30 Aralık 1922, M. V. tarafından yazıya geçirilmiştir, TE, İng., c. 36, s. 605-606.)
“Dışişleri Halk Komiserliği hariç, devlet aygıtımız büyük ölçüde geçmişten kalmıştır ve hemen hemen hiçbir ciddi değişim geçirmemiştir. Yüzeysel olarak şöyle bir dokunulmuştur, ama diğer bütün açılardan eski devlet aygıtımızın en tipik yadigârıdır.” (V. İ. Lenin, “İşçi ve Köylü Teftişini Nasıl Yeniden Örgütlemeliyiz”, 23 Ocak 1923, TE, İng., c. 33, s. 481.)
Sovyetler Birliği’nin 1991’de çöküşüyle Çarlık’ın üç renkli bayrağını yeniden göndere çeken devlet, o zamana kadar kızıl bayrağın arkasına saklanmış olan aynı Rus devletidir.
Lenin’in 1917’de yazdığı Devlet ve Devrim, takma aklın beslendiği ana kaynaktır. Devletli sosyalizm ucubesini meşrulaştıran teorik revizyonlar o kitaptan devşirilmiştir. Onun için Devlet ve Devrim, “reel sosyalizm” sorgulanmasın diye âmentü hâline getirilmiştir.
Marks’ın doğrusu – Lenin’in uydurusu
Marks’a göre proletaryanın devrimci diktatörlüğünün kapsadığı tarihsel dönem, kapitalist toplumdan komünist toplumun birinci aşamasının başlamasına kadar yaşanacak olan devrimci dönüşüm dönemine tekabül eder.
Lenin’e göre ise durum farklıdır. Lenin, aşağıdaki satırlarda görüleceği üzere, proletaryanın devrimci diktatörlüğünün kapsamını, kapitalist toplumdan komünist toplumun birinci aşamasının başlamasına kadarki devrimci dönüşüm döneminin ötesine uzatıp komünist toplumun birinci aşamasının tamamını da içine alacak şekilde genişletir:
“Marks Gotha Programının Eleştirisi’nde şöyle yazar: ‘Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna bir de siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, bu dönemde devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.’ Şimdiye kadar bu doğru, sosyalistler arasında tartışma götürmemiştir. Bu doğru, muzaffer sosyalizmin gelişerek tam komünizme varmasına kadar devletin var olacağı olgusunun kabul edilmesini de içerir.” (V. İ. Lenin, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Tartışmanın Özeti”, Ekim 1916, TE, İng., c. 22, s. 323.)
Alıntıdan anlıyoruz ki, Lenin 1916’da yukarıdaki satırları yazıncaya kadar, Marks’ın doğrusu “sosyalistler arasında tartışma götürmemiştir”. Lakin, takip eden cümlede Lenin, Marks’ın doğrusunu hiçbir gerekçe göstermeksizin iptal ediverir.
Marks’ın doğrusunu iptal eden cümleyi, Lenin’in komünist toplumun birinci aşamasına “sosyalizm”, ikinci aşamasına ise “tam komünizm” dediğini akılda tutarak okuyalım:
“Bu doğru, muzaffer sosyalizmin gelişerek tam komünizme varmasına kadar devletin var olacağı olgusunun kabul edilmesini de içerir.”
Görüldüğü gibi Lenin, proletaryanın devrimci diktatörlüğü dönemini “tam komünizm”e kadar, yani komünist toplumun birinci aşamasının bitip ikinci aşamasının başlayacağı teorik eşiğe kadar uzatır. Böylece Lenin, o zamana kadar tartışma götürmemiş olan Marks’ın doğrusunu bir kalemde geçersiz sayıp onun yerine kendi uydurusunu koyar.
Lenin aynı keyfi tutumu Devlet ve Devrim’de de sürdürür:
“Komünizmin ‘üst’ evresi gelinceye kadar, sosyalistler toplumdan ve devletten emek ve tüketim ölçüsü üzerinde en sıkı denetim uygulamasını isterler. Fakat bu denetim … silahlı işçiler devleti tarafından uygulanmalıdır.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 474-475.)
Lenin’in yukarıdaki senaryosuna göre “silahlı işçiler devleti”, “komünizmin ‘üst’ evresi gelinceye kadar”, yani komünist toplumun birinci aşamasının bitip ikinci aşamasının başlamasına kadar sahnededir.
Marks’a göre komünist toplumun hiçbir aşamasında devlet yoktur. Lenin’e göre ise komünist toplumun birinci aşaması devletli olur. Bu ikisi yan yana savunulamaz. Hiçbir hamaset bu açık çelişkinin üstünü örtemez.
Lenin’in birinci aşama curcunası
Marks’a göre, komünist toplumun birinci aşaması, komünist toplumun niteliksel bütünlüğü içindedir, dolayısıyla sınıfsız, devletsiz, komünal bir toplumdur. Lenin ise komünist toplumun birinci aşamasına, Marks’ın hilafına, sınıfları, devleti, tahakkümü sokar.
Aşağıdaki alıntı, Devlet ve Devrim’deki “komünist toplumun yüksek evresi” başlıklı bölümün son üç paragrafıdır. Lenin’in son cümleyi “o zaman, komünist toplumun birinci evresinden üst evresine … geçişin kapısı ardına dek açılacaktır” diye bağlamasından, o cümlenin üstündeki satırlarda komünist toplumun birinci evresini tasvir etmek istediği anlaşılmaktadır:
“Toplumun bütün üyeleri ya da hiç olmazsa toplumun büyük çoğunluğu, devleti kendileri yönetmeyi öğrendiği, bu işi kendi ellerine aldığı andan itibaren, cüzi kapitalist azınlık üzerinde, kapitalist alışkanlıklarını korumak isteyen kibar tabaka üzerinde ve kapitalizm tarafından iyice yozlaştırılan işçiler üzerinde denetimi sağladığı andan itibaren herhangi bir yönetim ihtiyacı hepten ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tam olursa demokrasinin gereksiz duruma geleceği an da o kadar yakın olur. Silahlı işçilerden oluşan ‘devlet’ ne kadar demokratik ise ne kadar ‘artık kelimenin tam anlamıyla bir devlet değil’ ise devletin her biçimi de o kadar çabuk sönmeye başlar.
“Herkesin toplumsal üretimi yönetmeyi öğrendiği ve fiilen bağımsız olarak yönettiği zaman, herkesin bağımsız olarak muhasebeyi tuttuğu ve asalakları, zengin çocuklarını, dolandırıcıları ve ‘kapitalist geleneklerin’ öteki ‘koruyucuları’nı denetlediği zaman, halkın muhasebe ve denetiminden paçayı kurtarmak kaçınılmazlıkla öylesine zor ve ender bir istisna olacaktır ki, muhtemelen öylesine çabuk ve sert bir cezayla karşılaşacaktır ki, … toplumun basit ama temel kurallarına uyma zorunluluğu kısa zamanda alışkanlık hâline gelecektir.
“O zaman, komünist toplumun birinci evresinden üst evresine, onunla birlikte devletin tamamen sönmesine geçişin kapısı ardına dek açılacaktır.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 479.)
Yukarıdaki fevkalâde muğlak anlatımdan süzülebildiği kadarıyla, Lenin’in birinci aşama tasavvuru şöyledir:
1. Komünist toplumun birinci aşaması içinde,
a) “cüzi kapitalist azınlık”,
b) “kapitalist alışkanlıklarını korumak isteyen kibar tabaka”,
c) “kapitalizm tarafından iyice yozlaştırılan işçiler”,
d) asalaklar, zengin çocukları, dolandırıcılar ve kapitalist geleneklerin öteki koruyucuları vardır!
- Bu sayılanlar eğer çizgiyi aşarlarsa “çabuk ve sert bir cezayla”, yani sopa zoruyla hizaya sokulacaklardır!
- Komünist toplumun birinci aşamasında herkes toplumsal üretimi yönetmeyi bilmemektedir. O hâlde, birinci aşamada toplumsal üretimi yönetmeyi bilen ve yöneten, “herkes”ten ayrı bir kesim olmak durumundadır!
- Komünist toplumun birinci aşamasında devlet tamamen sönmemiştir!
Görüldüğü gibi Lenin’e göre, komünist toplumun birinci aşamasında komünal ahenk değil, fakat her çeşit melânetin teneke çaldığı, ansızın sopaların inip kalktığı bir curcuna vardır. Lenin’in komünal ahengin birinci aşaması diye sınıflı, devletli, sopalı bir curcuna tasvir etmesi, vahim bir teorik yetmezliği açık eder.
Lenin’in curcunasını oluşturan unsurlar, doğru bir teorik çerçevede yeniden formüle edilerek kapitalist toplumdan komünist toplumun birinci aşamasına geçişin yaşanacağı devrimci dönüşüm dönemini anlatmada kullanılabilir, ama komünist toplumun birinci aşaması için asla kullanılamaz.
Marks’a göre sınıfların, devletlerin, yönetenler ile yönetilenler ayrımının ortadan kaldırılması, kısacası yeni insanın, yani komünal insanlığın yaratılması, kapitalist toplumdan komünist toplumun birinci aşamasına geçişin yaşanacağı dünya-tarihsel toplumsal devrim döneminde gerçekleşir. Lenin ise dünya-tarihsel toplumsal devrim döneminde gerçekleşmesi gerekenleri komünist toplumun birinci aşamasına taşıyarak Marks’ın teorisini tahrif etmiştir.
Sopayla sosyalizme alıştırmak
Devlet ve Devrim’in Marks’ın orijinal terminolojisi ile İkinci Enternasyonal’in sahte terminolojisini bulamaç eden muğlak bir anlatımı vardır. Çünkü Devlet ve Devrim müellifi, Marks’ın teorisine hâkim değildir ve heybesinde İkinci Enternasyonal kaynaklı pozitivist, devletçi tahrifatlar taşır.
Lenin’in, sahte terminoloji uyarınca, komünist toplumun birinci aşamasına “sosyalizm”, ikinci aşamasına ise “komünizm” ya da “tam komünizm” dediğini akılda tutarak aşağıdaki alıntıyı okuyalım:
“Sosyalizm için uğraşırken biliyoruz ki, sosyalizm gelişerek komünizme varacak ve bu nedenle, genel anlamda insanlara karşı zor kullanma gereği, insanın insana, nüfusun bir bölümünün nüfusun öteki bölümüne boyun eğme gereği tamamen ortadan kalkacaktır. Çünkü insanlar, zor kullanımı ve boyun eğme olmaksızın, toplumsal yaşamın temel koşullarına uymaya alışmış olacaklar.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 461.)
Alıntının mantıksal açılımı şöyledir:
– “İnsanlara karşı zor kullanma gereği, insanın insana, nüfusun bir bölümünün nüfusun öteki bölümüne boyun eğme gereği” ne zaman “tamamen ortadan kalkacaktır”?
– “Sosyalizm” gelişerek “komünizm”e vardığı zaman ortadan kalkacaktır!
Demek ki, Lenin’e göre komünist toplumun birinci aşamasında insanlara karşı zor kullanımı vardır, nüfusun bir bölümünün nüfusun öteki bölümüne boyun eğmesi vardır!
– Peki, “sosyalizm” gelişerek “komünizm”e vardığında neden zor kullanımı ve boyun eğme ortadan kalkmış olacaktır?
– “Çünkü insanlar, zor kullanımı ve boyun eğme olmaksızın, toplumsal yaşamın temel koşullarına uymaya alışmış olacaklar”dır.
O hâlde, komünist toplumun birinci aşamasındaki zor kullanarak boyun eğdirmenin amacı insanları “toplumsal yaşamın temel koşullarına uymaya”, yani komünal davranmaya alıştırmaktır. Buradan anlıyoruz ki, Lenin’e göre komünal faaliyet alışkanlığı zor kullanarak insanlara kazandırılabilecek bir hassadır!
Yukarıdaki çözümleme, arka plândaki şu kabulleri açık eder: Komünal toplumun birinci aşamasında herkes komünal faaliyet bilincine sahip değildir! Onun için komünal toplumun birinci aşamasında zor kullanarak insanları terbiye etmek, böylece onlara komünal faaliyet alışkanlığı kazandırmak gerekir!
Olabilir, netice itibarıyla bu da bir teoridir. Ancak, Marks’ın teorisi bu değildir.
Marks komünal faaliyet bilincinin yığınsal olarak üretilmesini, yani komünal insanın yığınsal olarak yaratılmasını komünist toplumun birinci aşamasına bırakmaz. Marks’a göre komünist bilinç, toplumsal devrim dönemi boyunca derinleşecek olan mücadele içinde insanların dönüşmesiyle kazanılacaktır. Toplumsal devrim dönemi içinde komünist bilinç yığınsal olarak üretilmedikçe komünist toplumun birinci aşamasına geçiş zaten mümkün değildir:
“Hem bu komünist bilincin yığınsal çapta üretilmesi için hem de davanın başarısı için insanların yığınsal çapta dönüşüm geçirmesi gereklidir. Böyle bir dönüşüm, ancak pratik bir hareket içinde, bir devrim içinde hayata geçebilir. Bu devrim, demek ki, yalnızca egemen sınıf başka bir yolla devrilemediği için değil, fakat aynı zamanda, onu deviren sınıf geçmiş çağlardan beri birikegelen kirden kendini ancak bir devrim içinde arındırmayı başarabileceği ve toplumu yeni bir biçimde kurmaya uygun hâle gelebileceği için de gereklidir.” (K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, 1845-1846, MESE, İng., c. 1, s. 41.)
Marks’a göre komünist toplumun kurulabilmesi, yani komünist toplumun birinci aşamasına geçilebilmesi için nelerin olması gerekir?
- Komünist bilincin yığınsal çapta üretilmesi gerekir.
- Komünist bilincin yığınsal çapta üretilmesi için insanların yığınsal çapta dönüşüm geçirmesi gerekir.
- İnsanların yığınsal çapta dönüşmesi, ancak pratik bir hareket içinde, yani bir devrim içinde mümkündür.
- Egemen sınıfı deviren sınıfın geçmiş çağlardan beri birikegelen kirden bu devrim içinde kendini arındırması ve “toplumu yeni bir biçimde kurmaya uygun hâle” gelmesi gerekir.
Demek ki, komünist toplumun birinci aşamasına geçebilmek için toplumsal devrim dönemi boyunca herkesin yığınsal olarak arınıp dönüşerek komünist bilinci üretmesi gerekir.
Dünya-toplumsal çapta böyle bir arınma ve dönüşüm sürecinden geçtikten sonra varılacak olan komünist toplumun birinci aşamasında, “cüzi kapitalist azınlık”tan, “kibar tabaka”dan, “zengin çocukları”ndan, yozlaşmış işçilerden, sınıflardan, sopayla bilinçlendirmeden, tahakkümden, devletten bahsetmek mümkün değildir.
Lenin kırıntıdan devlete zıplıyor
Lenin, komünist toplumun birinci aşamasına devleti şöyle monte eder:
“Komünizm birinci evresinde ya da birinci aşamasında, ekonomik bakımdan henüz tam anlamıyla olgunlaşmış, kapitalizmin gelenek ya da izlerinden henüz tamamen kurtulmuş olamaz. Bundan ötürü komünizmin birinci evresinde ‘burjuva hukukun dar ufku’nun korunması gibi ilginç bir olguyla karşılaşıyoruz. Kuşkusuz tüketim mallarının dağıtımına ilişkin burjuva hukuku kaçınılmaz olarak burjuva devletin varlığını öngörür. Çünkü hukukun koyduğu kurallara uymaya zorlayacak bir aygıt olmaksızın hukuk hiçbir şey değildir.
“Bundan şu sonuç çıkar ki, komünizmde belli bir süre yalnızca burjuva hukuk değil, fakat hatta burjuvazisiz burjuva devleti de kalır! …
“Marks komünizme bir ‘burjuva’ hukuku kırıntısını keyfi olarak sokmamıştır.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 475-476.)
Yukarıdaki akıl yürütmenin mantıksal çözümlemesini yapalım:
- Komünist toplumun birinci aşamasında “tüketim mallarının dağıtımına ilişkin burjuva hukuku” vardır.
- Bu durum “kaçınılmaz olarak burjuva devletin varlığını öngörür”.
- Komünist toplumun birinci aşamasında “tüketim mallarının dağıtımına ilişkin burjuva hukuku”nun varlığı niye “burjuva devletin varlığını öngörür”?
- Çünkü hukukun kendi başına bir yaptırım gücü yoktur. Hukukun koyduğu kurallara uymaya zorlayacak bir aygıt olması gerekir.
- Sonuç: Lenin’e göre komünist toplumun birinci aşamasında, zorlayıcı bir aygıt olarak, burjuvazisiz burjuva devleti vardır!
Lenin’in ileri sürdüğü “hukukun koyduğu kurallara uymaya zorlayacak bir aygıt olmaksızın hukuk hiçbir şey değildir” önermesi, şimdiki tahakküm ilişkileri dünyasında geçerli olan bir önermedir. Gerçekten de arkasında devletin yaptırım gücü olmayan bir hukuktan bahsetmek mümkün değildir. Başka bir deyişle, hukuktan söz edildiği anda onun arkasındaki devletin varlığı da zımnen kabul edilmiş demektir.
Ancak Lenin, sınıflı, devletli, tahakkümlü toplumda geçerli olan yukarıdaki önermeyi sınıfsız, devletsiz, tahakkümsüz toplumun birinci aşaması için de geçerli sayarak önermeyi fikri zemininden kaydırır.
Devletin varlığı, insanların insana aykırı toplumsal ilişkilerin tahakkümü altında olduğunun itirafıdır. Eğer devlet varsa doğrudan üreticiler özgürce birleşmiş, yani komünalleşmiş değildir. Eğer devlet varsa insanlar arasındaki ilişkileri, kendi özgür-komünal iradeleri değil, fakat metaın, değerin, paranın insandan bağımsız, vahşi iradesi kurar.
Hukukun koyduğu kurallar, metaın, değerin, paranın tahakkümünü tahkim eden kurallardır. “Hukukun koyduğu kurallara uymaya zorlayacak bir aygıt” diye açıkça tahakküme referansla tarif edilen devletin, komünist toplumun hiçbir aşamasında yeri yoktur.
Lenin, komünist toplumun birinci aşamasına monte ettiği “burjuvazisiz burjuva devleti”ne itibar kazandırmak için Marks’ı şöyle tahrif eder:
“Marks komünizme bir ‘burjuva’ hukuku kırıntısını keyfi olarak sokmamıştır.”
Marks, komünist toplum teorisini anlattığı Gotha Programının Eleştirisi’nde “burjuva hukuk” diye bir kavram kullanmaz. Marks’ın orada kullandığı kavram, “burjuva hak” kavramıdır.
Burjuva hukuk, kapitalist toplumdaki meta, değer, para, ücretli emek, sermaye gibi insana aykırı toplumsal ilişkilerden yükselen ve arkasına devlet aygıtını, devletin yaptırım gücünü alan üstyapı kurumudur. Burjuva hak ise basitçe, eşitsizliğe dayalı eşit hak normu demektir. Burjuva hak normu, kendi başına, bir tahakküm kurumu olarak hukuku, hukukun sopası olarak arkasındaki devlet aygıtını varsaymaz.
Lenin, Marks’ın kullandığı “burjuva hak” kavramını önce “burjuva hukuk” diye çarpıtmış, sonra da “burjuva hukuk kırıntısı”ndan devlete zıplamış ve böylece komünist toplumun birinci aşamasına devleti monte etmiştir. Lenin, mevcut insana aykırı dünyadaki tahakküm ilişkilerini komünist topluma taşıyan bu montajla teoriyi saptırmıştır.
Mevcut tersine dönmüş dünyada çeşitli dallarıyla ekonomi alanı ayrı yerde, çeşitli örgütlenmeleriyle siyaset alanı ayrı yerdedir. Ekonominin işleyişi, sivil toplum, hukuk kurumu, devlet aygıtı hep ayrı ayrı örgütlenmiştir. Metaın, değerin, paranın insana yabancı iradesi, bu parçalı yapının içinden geçerek insanları tahakküm altına almaktadır.
Komünist (sosyalist) topluma geçiş, tarih boyunca insana aykırı biçimler altında parçalı gelişegelen insan faaliyetinin bütünleşik bir akış hâlinde insana geri döneceği uzun bir devrimci dönüşüm döneminin tamamlanmasıyla mümkündür. Komünal toplumda, insanların kendi yabancılaşmış faaliyetleri insanların efendisi değil, fakat insanlar kendi komünal faaliyetlerinin efendisi olacaktır. Komünal toplumun hiçbir aşamasında, toplumsal yarılmadan doğan ekonomi ile siyaset alanı ayrılığı, hiyerarşik yapılar, resmî organlar, devlet, hukuk gibi kurumlar bulunmayacaktır. Bütün bunlar bugünkü insana yabancılaşmış faaliyetin yaratımlarıdır.
Hukukun cibilliyeti
Hukukun klâsik kaynağı Antik Çağ’ın Roma hukukudur. Roma İmparatorluğu esas olarak kişisel bağımlılık ilişkilerine, yani insanlar arasındaki doğrudan tahakküm ilişkilerine dayanıyordu. Ancak Roma İmparatorluğu’nun bağrında meta ilişkileri de gelişmekteydi. Meta ilişkileri yayıldıkça, metalar aracılığıyla kurulan toplumsal ilişkilerin insanlar üstündeki gayri şahsi tahakkümü de yayıldı.
Meta ilişkilerinin gayri şahsi tahakkümü, zamanla, kendine uygun bir hukuk ihtiyacı yarattı. Böylece Roma hukuku, gelişmesinin henüz başlarında olan meta ilişkilerinin, çağına göre ileri düzeydeki bir soyutlaması olarak doğdu.
Roma hukuku, meta mübadelesi yayıldıkça “mübadele içindeki birey”in ortaya çıkmakta olduğunu tespit etmiş ve yalıtık bireyin hukuksal tanımını yapmıştır. Roma hukuku, bu anlamda, burjuva hukukun öncülü olmuştur:
“(Roma hukuku – YZ), hukuki kişinin, tam olarak mübadele içindeki bireyin niteliklerini tanımlayabilmiş ve böylece sanayi toplumunun hukuksal ilişkilerinin ve bilhassa yükselen burjuva toplumun Orta Çağ toplumuna karşı öne sürmek zorunda olduğu hukukun (ana hatlarıyla) öncülü olmuştur.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 245-246.)
Meta mübadelesinde insanlar arasındaki toplumsal ilişkileri, doğrudan doğruya insanların kendileri değil, fakat insanların kendi kişiliklerini içinde erittikleri metalar kurar. Başka bir deyişle, metaları mübadele eden insanlar, birbirleriyle, metaların mübadelesi yoluyla dolaylı toplumsal ilişkiler kurarlar.
Meta mübadelesinin yarattığı toplum illüzyonunda, meta mübadelecileri kendi faaliyetlerinin efendisi değil, fakat kendi faaliyetleri meta mübadelecilerinin efendisidir. Mübadeleci bireyler, kendi yabancılaşmış faaliyetleriyle yarattıkları metaa, değere, paraya esir düştükleri için gayri şahsi bir tahakküm altındadırlar, yani nesnel bağımlılık ilişkisi içindedirler.
Roma hukuku, düpedüz meta ilişkileri hukuku demektir. Roma hukuku, metalar aracılığıyla kurulan toplumsal ilişkileri soyutlayarak normlar, kurallar ve yaptırımlar hâlinde sistematize etmiştir. Mübadele ilişkisi içindeki yalıtık birey ve özel mülkiyet hakkı, tarihte ilk kez Roma hukuk metinlerinde tanımlanmıştır. Daha sonra, meta ilişkileri çeşitlendikçe, ücretli emek – sermaye ilişkisi genelleştikçe hukuk kavramları ve sistematiği de gelişmiştir.
Hukukun koyduğu kuralların kendiliğinden uygulanma kabiliyetleri yoktur. Çünkü hukukun soyutlayıp kurallarını koyduğu sivil toplum, homojen bir bütün değildir. Sivil toplumu oluşturan yalıtık bireylerin çıkarları birbirleriyle çelişmektedir. Bu çıkar çelişmesi yüzünden insanların “ortak” kurallara gönüllü olarak uymaları mümkün değildir.
Meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye ilişkilerinin ördüğü sivil toplumun işlemesi için, yani hukukun koyduğu kurallara uyulması için, sivil toplumun “dışında” örgütlenmiş bir yaptırım gücünün varlığı zorunludur. Çıkar çatışmalarından, sınıflara bölünmüşlükten, ekonomi alanı ile siyaset alanı ayrılığından doğan ve topluma “dışarıdan” dayatılan bu güç devlettir. Yalıtık bireyleri hukukun koyduğu kurallara uymaya zorlayacak olan bir devlet aygıtının varlığı, hukukun olmazsa olmaz koşuludur.
“Korku dağları bekler” diye bir atasözü vardır. Burada “korku” sözüyle kastedilen “devlet korkusu”dur. “Bekler” fiili de “koruyup kollamak” anlamında kullanılmıştır. Issız dağ yollarında yolcuyu niyeti bozuklardan koruyan, devletin topluma saldığı ceza korkusudur. Müesses nizam, dağda yol kesip “ya malını ya canını” tehdidiyle özel mülkiyetin bireysel bazda pratik eleştirisini yapanlara eşkıya der. Devlet yakaladığı eşkıyayı cezalandırarak ortalığa korku salar. Devletin cezalandırıcı gücünden korku, bu anlamda, dağlarda özel mülkiyet hukukunun, müesses nizamın bekçiliğini yapar.
Hukuk aklı
İnsana yabancılaşmış faaliyet parçalı faaliyettir. Parçalı faaliyet, zihinlere ayrı ayrı departmanlar hâlinde yansıyarak insan aklını parçalı kılar. Parçalı akıl, ekonomi politik, felsefe, sosyoloji, hukuk gibi zihinsel disiplinler üretir.
Hukuk aklı, hukuk sınırları dâhilinde, yani hukukun soyutladığı meta ilişkileri dâhilinde düşünen akıldır. Hukuk aklı metaın, değerin, paranın padişahlığını akla uygun gören akıldır. Hukukun koyduğu kurallar, metaın, değerin, paranın toplumsal iktidarına zihnen teslim olmuşlara gayet akliymiş gibi gelir.
İnsanların kendi faaliyetlerinin metada, parada şey’leşerek insan iradesinden bağımsız bir toplumsal güç hâline gelmesi, sonra da bu şey’lerin dönüp insanları tahakküm altına alması mistik bir toplumsal süreçtir. Toplumdaki bu esrarengiz işleyişler, bu akıl sır ermez, mistik olgular, yabancılaşmış faaliyet içinde kaybolmuş yalıtık bireylerin zihnine mistik bilinç biçimleri olarak, meta fetişizmi olarak, hukuk aklı olarak, devletli düşünme alıklığı olarak yansır.
Meta fetişizmiyle zihinleri düğümlenmiş yalıtık bireyler, meta ilişkilerinin işleyişine çoğu durumda uysallıkla boyun eğerler. Kendi yabancılaşmış faaliyetlerine esir düşmüş yalıtık bireyler, yabancılaşmış faaliyetin yarattığı insana aykırı toplumsal ilişkileri gündelik yaşamlarında âdeta zombileşmişçesine yeniden üretirler.
Örneğin, bir sivil toplum üyesi fırına gidip ekmek istemiş olsun. Mübadele ilişkisi uyarınca, ekmek karşılığında fırıncıya para ödemesi gerekir. Müşteri parayı öderse sorun yoktur, mübadele ilişkisinin insanı teslim alan iradesi hükmünü icra etmiştir.
Ancak müşteri parayı ödemeyip de ekmekle birlikte olay mahallini terk etmeye kalkarsa, yani mübadele ilişkisinin gayri şahsi iradesine âsi gelirse müesses nizam o dakika alarm verir. Çarşı, âsinin peşine düşer ve faili yaka paça derdest eder.
Burada dikkat edilecek husus, âsinin peşine düşen çarşı mensuplarının bu eylemi kendi özgür iradeleriyle yaptıkları illüzyonudur. Bu illüzyondur, çünkü âsinin peşine düşen irade, meta ilişkilerinin içeriden kuşatarak esir aldığı zihinlere hükmeden insana yabancı iradedir. Âsinin peşine düşen irade, gerçekte, çarşıyı çarşı olarak vazeden meta ilişkilerinin iradesidir. Meta ilişkileri, bu anlamda, yalıtık bireylerin efendisidir.
Devlet, sivil toplumun yoğunlaşmış, örgütlü gücüdür. Müesses nizama âsi gelenlere sivil toplumun spontane olarak yaptığını, devlet örgütlü olarak yapar. Devlet, hukukun koyduğu usullere göre yakalama, tutuklama, yargılama, cezalandırma süreçlerini sivil toplum adına yerine getirir.
Hukuk aklının aptallaştırdığı yalıtık bireyler, kendi aralarındaki ekonomik ilişkileri metaın, değerin, paranın, pazarın değil, fakat hukukun düzenlediği zehabına kapılırlar. Oysa hukuk, ekonomik ilişkilerin nasıl olacağını belirlemez, fakat ekonomik ilişkiler hukukun nasıl olacağını belirler. Marks bunu soru biçiminde şöyle ifade eder:
“Ekonomik ilişkiler hukuksal kavramlar tarafından mı düzenlenir, yoksa tersine, hukuksal ilişkiler ekonomik ilişkilerden mi doğar?” (K. Marks, “Gotha Programının Eleştirisi”, 1875, MESE, İng., c. 3, s. 16.)
Burjuva hukuk, aynen ekonomi politik gibi kapitalizme özgüdür, kapitalizme özgü gayri şahsi kurallar ve yaptırımlar manzumesidir. Kapitalizm ortadan kalktığı an, burjuva hukuk da ortadan kalkacaktır.
Komünist toplumun hiçbir aşamasında meta, değer, para, pazar yoktur, kısacası değer yasasının hükmü yoktur. Dolayısıyla meta ilişkilerinin işleyişini düzenleyip resmîleştirecek, insanları yaptırım tehdidiyle hizaya sokacak hukuk da yoktur. Sosyalizm sadece sınıfsızlık, devletsizlik değil, fakat aynı zamanda, yukarıdaki anlamda hukuksuzluktur da.
Marksist hukuk, sosyalist hukuk diye bir şey olmaz. Kapitalizm nasıl kurtuluş mücadelesinin hedefiyse aynı şekilde, kapitalist düzenin zihinsel bir yansıması olan hukuk aklı da hedeftir.
Burjuva hukuk jokeri
Komünist toplumun birinci aşamasında, sınıflar, sınıfsal eşitsizlik yoktur ama farklı miktarlarda tüketim aracı almaya hak kazanmaları bakımından komünal bireyler arasında eşitsizlikler vardır. Şimdi soru şudur: Birinci aşamada komünal bireyler arasında farklı miktarlarda hak edişler olacağına göre, bu eşitsiz miktarların dağıtımı nasıl hayata geçecektir?
Hukuk aklı, çerçi yükündekileri satar hesabı, bu soruya ancak yükündekiler çerçevesinde bir cevap verebilir. Hukuk aklının yükünde ise insanları hukukun yaptırım tehdidiyle ve devlet sopasıyla hizaya sokma vardır.
Lenin, komünist toplumun birinci aşamasındaki katkıya göre dağıtımı, burjuva hukuk kurallarına ve devlete şöyle havale eder:
“Kuşkusuz tüketim mallarının dağıtımına ilişkin burjuva hukuku kaçınılmaz olarak burjuva devletin varlığını öngörür. Çünkü hukukun koyduğu kurallara uymaya zorlayacak bir aygıt olmaksızın hukuk hiçbir şey değildir.
“Bundan şu sonuç çıkar ki, komünizmde belli bir süre yalnızca burjuva hukuk değil, fakat hatta burjuvazisiz burjuva devleti de kalır!” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 475-476.)
“Oysa elde ‘burjuva hukuk’ kurallarından başka kural yoktur. Bu nedenle, bir yandan üretim araçlarının ortak mülkiyetini korurken, öte yandan emekte ve ürünlerin dağıtımında eşitliği koruyan bir devlete ihtiyaç hâlâ sürer.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 472.)
Yukarıdaki “elde ‘burjuva hukuk’ kurallarından başka kural yoktur” ibaresi, hukuk aklının kıt akıl olduğunu itiraf eder. Hukuk aklı, dünya-tarihsel dönüşüm döneminde yaratılacak olan yeni insanlığın hukuktan, devletten arınmış bir yaşam kurabileceğine akıl erdiremediği için kıt akıldır.
Geleceğin komünal faaliyeti, şimdiki yabancılaşmış faaliyetin yol güzergâhında yer almaz. Eğer öyle olsaydı, şimdiki tersine dönmüş dünyanın kavramlarıyla geleceğin komünal dünyasını tarif etmek mümkün olurdu. Eğer öyle olsaydı, şimdiki insana aykırı toplumsal ilişkilerin aynı yol güzergâhı boyunca evrim geçirmesiyle gelecekteki komünal insanlık istasyonuna varmak mümkün olurdu.
Geleceğin komünal faaliyeti, şimdiki yabancılaşmış faaliyetin “tersine çevrilmesi”yle, yani mevcut pozitif mecranın tersi olan negatif bir mecra boyunca ortaya çıkacaktır. Şimdiki yabancılaşmış faaliyetin “tersine çevrilmesi” yerine, yabancılaşmış faaliyetin tezahürleri olan insana aykırı toplumsal ilişkilerin, hukukun, devletin yeniden düzenlenmesiyle komünal yaşam yaratılamaz.
Komünal insanlık, ancak, yığınsal çapta üretilen komünal faaliyet iradesinin dışa vurumu olarak ortaya çıkabilir. Komünal irade, zorunlulukların bilincine varmış olan özgür iradedir. Komünal irade, bu nedenle, komünal toplumun birinci aşamasında tüketim araçlarının emek katkısına göre dağıtılması gerektiğini idrak edip içselleştirmiş olan iradedir.
Bu bilinç, dünya-tarihsel devrimci dönüşüm dönemi boyunca insanlığın yığınsal olarak kendini dönüştürürken edineceği bir bilinçtir. Dünya-tarihsel yeniden kuruluş döneminde, bir yandan yabancılaşmış faaliyet tasfiye edilirken, bir yandan da üretici güçlerin getirdiği sınırlamaların pratik eğitiminden geçen yeni insanlık yaratılacaktır.
Kurtuluş mücadelesi, yabancılaşmış faaliyetin pozitif gerçekliğini inkâr etmek suretiyle açtığı negatif mecrada gelişir. Negatif mecra, yabancılaşmış faaliyetin her türlü işleyişini, kuralını, hukukunu inkâr ederek açılan kurtuluş mecrasıdır. Kurtuluş mücadelesi kendi gelişme yolunu açarken, kendi “hukuk”unu, kendi usul ve normlarını da kendisi yaratır.
Komünal yaşamın birinci aşamasını yaratacak olan evrensel-komünal bireyler, dünya-tarihsel devrimci dönüşüm dönemi boyunca edinecekleri komünal norm ve alışkanlıklar uyarınca, emek katkısına göre dağıtım gereğini, hiçbir yabancı iradenin tasallutu olmaksızın, nesnel zorunlulukların bilincindeki kendi özgür iradeleriyle kendileri hayata geçireceklerdir. Komünal irade, katkıya göre dağıtımın alacağı komünal biçimleri kurucu yaratıcılığıyla kendisi bulacaktır.
Lenin, Marks’ın “burjuva hak” kavramı yerine, hukuk aklının müktesebatını içeren “burjuva hukuk” kavramını koymak suretiyle çok kullanışlı bir joker peydahlamıştır. Daha sonra bu joker marifetiyle “burjuvazisiz burjuva devleti”ni icat etmiş ve böylece komünist toplumun birinci aşamasına devleti sokmuştur. Komünist toplumun birinci aşamasında katkıya göre dağıtım gereğinin “hukukun koyduğu kurallara uymaya zorlayacak bir aygıt” olarak “burjuvazisiz burjuva devleti”ni zorunlu kıldığı iddiası, zihinleri zehirlemiştir.
Burjuva hukukun marifetleri
Lenin, komünist toplumun birinci aşamasında devlete ihtiyaç olduğu iddiasını, katkıya göre dağıtımın yanı sıra, üç başka gerekçeye daha dayandırır. Aşağıdaki alıntıya göre, birincisi, emeği toplum üyeleri arasında bölüştürmek için, ikincisi, insanların toplum için çalışmayı öğrenmeleri için, üçüncüsü, üretim araçlarının ortak mülkiyetini korumak için devlete ihtiyaç vardır:
“Ürünlerin dağıtımı ve emeğin toplum üyeleri arasında bölüşümünün düzenleyicisi (belirleyici unsur) olmak bakımından burjuva hukuk yürürlükte kalır. …
“Marks, işte bu ‘kusur’dur, der. Ama bu kusur komünizmin birinci evresinde kaçınılmazdır. Çünkü, eğer ütopyaya düşmeyeceksek, insanların kapitalizmi yıktıktan hemen sonra herhangi bir hukuk kuralı olmaksızın toplum için çalışmayı bir anda öğreneceklerini düşünemeyiz. …
“Oysa elde ‘burjuva hukuk’ kurallarından başka kural yoktur. Bu nedenle, bir yandan üretim araçlarının ortak mülkiyetini korurken, öte yandan emekte ve ürünlerin dağıtımında eşitliği koruyan bir devlete ihtiyaç hâlâ sürer.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 472.)
- “… emeğin toplum üyeleri arasında bölüşümünün düzenleyicisi (belirleyici unsur) olmak bakımından burjuva hukuk yürürlükte kalır.”
Lenin’e göre komünist toplumun birinci aşamasında komünal işgücünün farklı üretim dalları arasındaki dağılımını komünal üreticilerin komünal iradesi yapmaz. Hangi somut işlerde ne kadar işgücünün istihdam edileceğini belirlemek için, komünal üreticilerin dışında bir düzenleyiciye ihtiyaç vardır. O düzenleyici de her derde deva burjuva hukuktur!
Kapitalist üretimde işgücünün farklı üretim dalları arasındaki dağılımını, para, piyasa, ücretli emek, sermaye gibi insanların kontrolü dışındaki toplumsal güçler düzenler. Burjuva hukuk, insanlar üstünde tahakküm kuran bu gayri şahsi toplumsal güçlerin “görünmez iktidarı”nı, yasalar, kurallar, yaptırımlar hâlinde sistematize edip resmîleştirir.
Komünal üretimde ise insanlara hükmeden bu gibi kontrol dışı toplumsal güçler yoktur. Örneğin para-sermayenin işgücüne hükmetmesi, yani ücret mekanizması vasıtasıyla işgücünün üretim dalları arasındaki dağılımını düzenlemesi yoktur:
“Toplumsallaştırılmış (komünal – YZ) üretimde para-sermaye ortadan kaldırılmıştır. İşgücü ve üretim araçlarını farklı üretim dallarına toplum dağıtmaktadır.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 2, s. 362.)
Yukarıda görüldüğü gibi, Marks’a göre komünal üretimde işgücünü farklı üretim dallarına toplum dağıtır. Lenin’e göre ise komünal üretimin birinci aşamasında işgücünün dağıtımını burjuva hukuk, dolayısıyla onun arkasındaki devlet düzenler.
Eğer komünist toplumun birinci aşamasına geçilmişse özgürce birleşmiş doğrudan üreticilerin komünal iradeleri komünal yaşamda dolaysız olarak dışa vuruyor demektir. Bu doğrudanlık koşullarında, toplumsal işgücünün çeşitli üretim dalları arasındaki dağıtımını ne değer yasasının esrarengiz işleyişi ne de Gosplân gibi bir devlet organının yaptırım gücü düzenler. Toplumsal işgücünün çeşitli üretim dalları arasındaki dağıtımını, özgürce birleşmiş doğrudan üreticilerin komünal iradesi doğrudan düzenler.
- “… eğer ütopyaya düşmeyeceksek, insanların kapitalizmi yıktıktan hemen sonra herhangi bir hukuk kuralı olmaksızın toplum için çalışmayı bir anda öğreneceklerini düşünemeyiz.”
Toplum için çalışma bilinci, dünya-tarihsel toplumsal devrim dönemi içinde ve bu dönem boyunca derinleşecek olan komünalleşme mücadelesi sayesinde içsel olarak üretilir. Lenin’e göre ise toplum için çalışma bilinci, komünist toplumun birinci aşaması içinde ve burjuva hukuk kurallarının dışsal dayatmasıyla öğrenilir! Yukarıdaki satırların tercümesi, komünist toplumun birinci aşamasında, burjuva hukukun arkasındaki “burjuvazisiz burjuva devleti”nin halka toplum için çalışmayı öğreteceğidir!
Devlete, yasal düzenlemelere, bürokratik zorlamalara dayalı toplumsal dönüşüm projeleri, tarihsel olarak aydınlanmanın burjuva toplum yaratma projeleridir. Devlete toplumu eğitici, güdücü, dönüştürücü işlevler yükleyen bu gibi projeler, toplum mühendisliği projeleridir. Toplum mühendisliği, insana hamur gibi yoğurulup şekil verilecek nesne muamelesi yapmak demektir.
Komünist toplumun birinci aşamasına, bütün yeryüzü insanlığının dönüşeceği uzun bir toplumsal devrim dönemi sonunda geçilir. Böyle bir dönüşüm süreci sonunda komünist toplumun birinci aşamasına geçilmiş olması, doğrudan üreticilerin özgürce birleşerek kendi faaliyetlerini kendi komünal iradelerine tâbi kıldıklarını kanıtlar. Komünal irade, toplum için çalışma normunu spontane olarak hayata geçiren iradedir. Komünal iradeyi ortaya çıkaran komünal bireyler, insana yabancı hiçbir dış gücün “öğretmesine” hacet kalmaksızın, spontane olarak toplum için, yani komünal insanlık için çalışırlar.
- “… üretim araçlarının ortak mülkiyetini … koruyan bir devlete ihtiyaç hâlâ sürer.”
Eğer devlet varsa o toplum kendi içinde yarılmış demektir. Devlet, insan faaliyetinin parçalanmış olduğunun, sınıfların, bireysel ve kesimsel çıkarların birbirleriyle çatıştığının itirafıdır.
Ortak mülkiyet ya da komünal mülkiyet, ancak herkesin komünal ahenk içinde sahici bir yaşamı paylaştığı sınıfsız, devletsiz bir dünyada mümkündür. O hâlde, devletin varlığı ile ortak mülkiyet karşılıklı olarak birbirini dışlar.
Devlet ve Devrim’de “ortak mülkiyet” lâfzıyla kastedilen düpedüz devlet mülkiyetidir. Devlet mülkiyeti, özel mülkiyet sapkınlığının en genelleşmiş biçimidir. Lenin, devlet mülkiyetini sanki ortak mülkiyetmiş gibi göstermek suretiyle, devleti komünist toplumun birinci aşamasına yamamaya çalışmıştır.
Halk kitlelerini terbiye etmek
Şimdi bir toparlama yapalım. Lenin’e göre komünist toplumun birinci aşamasında aşağıdaki işlevleri görmesi için devlete ihtiyaç vardır:
- Katkıya göre dağıtımı örgütlemek için.
- Emeği toplum üyeleri arasında bölüştürmek için.
- İnsanlara toplum için çalışmayı öğretmek için.
- Üretim araçlarının ortak mülkiyetini korumak için.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1961’de kabul edilen programında, yukarıdaki birinci ve ikinci maddeler “emek ve tüketim ölçülerini kontrol etmek”, dördüncü madde “sosyalist mülkiyeti korumak”, üçüncü madde “halk kitlelerini şuurlu disiplin ve emeğe komünistçe yanaşmak ruhunda terbiye etmek” olarak ifade edilmiştir:
“Devlet, genel halk teşkilatı olarak, komünizmin tam zaferine kadar muhafaza edilecektir. Halkın iradesini ifade ederek, devlet, komünizmin maddi-teknik temelini yaratma, sosyalist münasebetleri komünist münasebetlerle değiştirme işlerini teşkilatlandırmak, emek ve tüketim ölçülerini kontrol etmek, refahın artırılmasını sağlamak, Sovyet vatandaşlarının hak ve hürriyetlerini, sosyalist hukuk düzenini ve sosyalist mülkiyeti korumak, halk kitlelerini şuurlu disiplin ve emeğe komünistçe yanaşmak ruhunda terbiye etmek, memleketin güçlü savunmasını ve güvenliği garantilemek, sosyalist memleketlerin kardeşçe iş birliğini geliştirmek, genel barış davasına dört elle sarılmak ve bütün memleketlerle normal münasebetler kurmak ödevleriyle yükümlüdür.” (Sovyetler Birliği Komünist Partisinin Programı, künyesiz yayın, 1961, s.87, http://t-k-p.net/yayinlar/kitaplar/sbkp%201961%20program.pdf)
Devleti halk kitlelerini terbiye etmekle yükümlü gören parti, işçi sınıfı partisi değil, ancak devlet partisi olabilir!
İşçi sınıfının kitabında, devletin halk kitlelerini terbiye etmesi yazmaz. İşçi sınıfının kitabında “halk tarafından gayet acımasız bir eğitime tâbi tutulması gereken devlettir” diye yazar. (K. Marks, “Gotha Programının Eleştirisi”, 1875, MESE, İng., c. 3, s. 28.)
İşçilerin, mülksüzlerin, ezilenlerin kurtuluşu, doğrudan doğruya yığınların kendi otonom mücadelesinin eseri olacaktır. Devlet, terbiye alınacak değil, fakat tam tersine, yığınsal mücadeleyle terbiye edile edile söndürülecek olan insana aykırı bir toplumsal ilişkidir.
Yukarıdaki belgede görüldüğü gibi, bir zamanların Sovyetler Birliği’ndeki devlet partisi, komünist toplumun ikinci aşamasına geçişi devletin örgütleyeceğini programına yazacak kadar arsızlaşabilmiştir! SBKP programı, küstahça, toplum işe karışmasın, “sosyalist münasebetleri komünist münasebetlerle değiştirme işlerini teşkilatlandırma”yı devlet yapar diyebilmiştir!
Sosyalizmde devlet mülkiyeti olmaz
Lenin, “burjuva hukuk” jokerini kullanarak şöyle bir açılış yapar:
“‘Burjuva hukuk’ üretim araçlarını bireylerin özel mülkiyeti olarak tanır. Sosyalizm üretim araçlarını ortak mülkiyet hâline getirir.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 472.)
Eğer Lenin “ortak mülkiyet”i toplumsal mülkiyet, yani komünal mülkiyet anlamında kullansaydı, ikinci cümle doğru olurdu. Ama Devlet ve Devrim’in genelindeki fikri örgüden hareketle, Lenin’in “ortak mülkiyet” lâfzını “devlet mülkiyeti” anlamında kullandığını biliyoruz.
Birinci cümle ise kayıtsız, şartsız, düpedüz yanlıştır. Ama daha kötüsü, her iki cümle birlikte okunduğunda, Lenin’in zihinleri “sosyalizm devlet mülkiyetidir”e doğru yönlendirdiği anlaşılmaktadır.
Birinci cümleyi şöyle düzeltmek gerekir: Burjuva hukuk, özel mülkiyeti, sadece bireysel sahiplik biçiminde değil, fakat çeşitli sahiplik biçimlerinde ortaya çıkan bir soyutlama olarak ele alır.
Özel mülkiyet, doğrudan üreticileri üretimin maddi koşullarından koparagelen tarihsel sürecin doğurduğu insana aykırı toplumsal ilişki biçimlerinden biridir. Özel mülkiyet ilişkisi, mülk sahipliğine, doğanın sundukları ve emek ürünleri üstünde toplumu dışlayacak şekilde tasarrufta bulunma iktidarını verir.
“Özel” nitelemesi, “bireysel, kişisel, şahsi”nin ötesinde spesifik bir anlam taşır. Ekonomi politiğin dilinde “özel”, “herkese açık olmayan, toplumsal olmayan” anlamına gelir. Özel mülkiyet soyutlamasının bireylerin özel mülkiyeti olarak tecellisi, özel mülkiyetin en sıradan sahiplik biçimidir.
Üretim araçları üstündeki özel mülkiyet ilişkisi, bir dizi sahiplik biçimi altında ortaya çıkabilir: Bireysel toprak mülkiyeti, küçük meta üreticisi mülkiyeti, bireysel kapitalist mülkiyet, hisse senetli kapitalist mülkiyet, vakıf mülkiyeti, kooperatif mülkiyeti, belediye mülkiyeti, devlet mülkiyeti… Özel mülkiyet ilişkisi tarihsel süreç içinde derinleştikçe, yeni yeni sahiplik biçimleri de doğabilir. Sahiplik biçimlerin çeşitliliğinden ötürü, burjuva hukuk, bütün sahiplik biçimlerinin ortak içeriği olan özel mülkiyet soyutlaması ile işlem yapar.
Lenin, “‘burjuva hukuk’ üretim araçlarını bireylerin özel mülkiyeti olarak tanır” diye zihinleri doldurmak suretiyle, üretim araçları üstündeki devlet mülkiyetini olumlayan bir yönlendirme yapmıştır. Lenin, üretim araçları üstündeki bireylere ait özel mülkiyet kaldırılıp onun yerine devlete ait özel mülkiyet, yani devlet mülkiyeti getirilirse toplumsal mülkiyet kurulur mesajı vermiştir.
Bu yanlış mesaj, Lenin’in Devlet ve Devrim’den dört ay önce yazdığı bir yazıda da vardır:
“Bütün bankaları tek bir ulusal bankada birleştirmeye doğru pratik ve uygulanabilir adımları atmaları için İşçi Temsilcileri Sovyetleri’ni, Banka Çalışanları Temsilcileri Konseyi’ni vs. derhal hazırlamaya başlamalıyız. Bunu, İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nin bankalar ve birlikler üstünde kontrolünü kurması, daha sonra da bankalar ve birliklerin millîleştirilmesi, yani bütün halkın mülkiyetine geçmesi takip edecektir.” (V. İ. Lenin, “Rusya’daki Siyasi Partiler ve Proletaryanın Görevleri”, 23-27 Nisan 1917, TE, İng., c. 24, s. 104.)
Alıntıdaki “bankalar ve birliklerin millîleştirilmesi, yani bütün halkın mülkiyetine geçmesi” ibaresi, “devlet mülkiyeti eşittir bütün halkın mülkiyeti” yutturmasını ifade eder. Lenin’in savunduğu devletli sosyalizm teorisine göre, sosyalist olduğunu iddia eden iktidar altında işletmelerin “millîleştirilmesi”, yani devletleştirilmesi o işletmelerin bütün halkın mülkiyetine geçmesi demektir.
Devlet mülkiyeti, özel mülkiyet ilişkisinin en uç noktaya götürülmüş, en genelleşmiş biçimidir. Üretim araçlarının devlet mülkiyeti altına alınması, doğrudan üreticiler ile üretim araçları arasındaki fiili ayrılığı ortadan kaldırmaz, sadece bu ayrılığı genelleştirerek bütün topluma yayar.
Maddi varlıklar olarak sermayeyi kapitalistlerin elinden alıp devlete vermek, toplumsal bir ilişki olarak sermayeyi ortadan kaldırmaz. Sermayenin bu şekilde devletleştirilmesi, sermayenin soyut bir genelliğe yükseltilmesi anlamına gelir. Böyle bir toplumda devlet, toplumun resmî temsilcisi olarak, soyut bir genelliğe yükseltilen sermayeyi kendi varlığında soğurur.
Bir zamanların Sovyetler Birliği, üretim araçlarını devletleştirerek sermayenin tahakkümüne son verdiğini, böylece sosyalizme geçtiğini iddia etmiştir. Oysa “reel sosyalizm” illüzyonunun kanıtladığı gibi, üretim araçlarını devlet mülkiyeti altına almak, sermaye toplumsal ilişkisinin tahakkümünü ortadan kaldırmaz. Tam tersine, sermayenin tahakkümü, devlet kapitalizmi biçiminde daha da genelleşerek yoluna devam eder.
Sakın efsane söyleme
Devlet ve Devrim, yazıldıktan iki ay sonra iktidara gelecek olan siyasi kadronun sosyalizmden ne anladığını açık etmesi bakımından önemli bir belgedir. Lenin’in, komünist toplumun birinci aşamasına “sosyalizm” dediğini akılda tutarak, sosyalist toplumu aşağıda nasıl tasvir ettiğine bakalım:
“Komünist toplumun birinci evresinin düzgün işlemesi, ‘aksaksız çalışması’ için başta gelen gereklilik muhasebe ve denetimdir. Bütün yurttaşlar silahlı işçilerden oluşmuş devletin ücretli çalışanlarına dönüşürler. Bütün yurttaşlar ülke çapındaki tek devlet ‘kartel’inin çalışanları ve işçileri olurlar. Bütün gereken, yurttaşların eşit çalışarak kendi paylarına düşen işi yapmaları ve eşit ücret almalarıdır. …
“Toplumun tamamı, emek ve ücret eşitliğiyle, tek bir büro ve tek bir fabrika hâline gelecektir.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, Ağustos – Eylül 1917, TE, İng., c. 25, s. 478-479.)
1. Lenin’in ileri sürdüğüne göre sosyalizmde herkes “tek devlet ‘kartel’inin çalışanları ve işçileri” hâline gelecektir. Eğer öyleyse üretim araçlarını fiilen tasarruf eden, toplum değil, fakat devlet kartelidir. O hâlde, sosyalizmde toplumsal mülkiyet değil, fakat devlet mülkiyeti vardır.
Lenin’in sosyalizm diye takdim ettiği toplumda, devlet, üretimin maddi koşullarını elinde tutan taraf olarak işçilerin karşısındadır. İşçiler de üretimin sadece öznel koşuluna, yani işgücüne sahip taraf olarak devletin kapısındadır. Eğer doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşulları bu şekilde birbirinden ayrı mevzilenmişse özel mülkiyet, meta, değer, para, ücretli emek, sermaye gibi sapkın toplumsal ilişkiler ortadan kaldırılmış, yani sosyalizme geçilmiş olmaz.
- “Muhasebe ve denetim”: Alıntıdaki yurttaş – devlet tasnifinden, muhasebe ve denetim ile hayata geçirilecek olan merkezi plânın devletin üst katlarında hazırlanacağı anlaşılmaktadır.
Sosyalist toplumu ortaya çıkaran komünal faaliyet, kendine dışsal hiçbir plânlamayı kaldırmaz. Komünal faaliyetin yarattığı dünyada, politbüro gibi, devlet plânlama teşkilatı gibi insana dışsal hiçbir karar organı olamaz. Sosyalist toplumda komünal üretim ve tüketim plânlamasını doğrudan doğruya komünal iradenin kendisi, yani komünal organlar yapar.
- “Bütün yurttaşlar”: Yurttaş, burjuva topluma özgü bir kavramdır. Burjuva toplum, yani sivil toplum yalıtık bireylerden oluşur. Yurttaş, yalıtık bireyin siyaset alanındaki resmî sıfatıdır. Devlet de sivil toplumun siyaset alanındaki resmî özetidir.
Sosyalizme ancak, yabancılaşmış faaliyetin ortadan kalkıp onun yerine komünal faaliyetin gelmesiyle geçilebilir. Yabancılaşmış faaliyetin ortadan kalkması, aynı zamanda, onun yaratımları olan yalıtık birey ile sivil toplumun, yurttaş ile devletin ortadan kalkması demektir. Komünal faaliyet içindeki insanlar, artık yalıtık birey ya da yurttaş değil, fakat komünal bireydirler.
4. “Silahlı işçilerden oluşmuş devletin”: Dikkat edelim, alıntı kapitalist toplum ile komünist toplumun birinci aşaması arasındaki dünya-tarihsel devrimci dönüşüm döneminden, yani proletaryanın devrimci diktatörlüğü döneminden bahsetmiyor. Alıntının fikri zemini, proletaryanın devrimci diktatörlüğünün hüküm sürdüğü dünya-tarihsel geçiş döneminin bitişiyle başlayacak olan komünist toplumun birinci aşamasıdır.
Eğer alıntı ciddiye alınırsa zihinleri dumura uğratacak olan paradoks şudur: Doğrudan üreticiler, uzun ve sancılı bir dünya-tarihsel devrimci dönüşüm dönemi sonunda dünya çapında komünleşerek kendi faaliyetlerini kendi komünal iradelerine tâbi kılmışlar, böylece her türlü tahakkümü ortadan kaldırarak komünist toplumun birinci aşamasına geçmişler, fakat, o da ne, ortalıkta kendilerine “biz devletiz” diyen silahlı işçiler dolaşmaktadır!
Bütün aşamalarıyla komünist toplum sınıfsız, devletsiz, tahakkümsüz toplumdur. Komünist toplum başladıktan sonra “silahlı işçilerden oluşmuş devletin” işi ne!
- “Devletin ücretli çalışanları”, “tek devlet ‘kartel’inin çalışanları ve işçileri”: Ücretli çalışan ya da işçi, ücretli emekçi demektir. Ücretli emekçi, ücretli emek toplumsal ilişkisinin yaratımıdır. Ücretli emek toplumsal ilişkisi, dolayısıyla ücretli emekçi, işgücünün insandan koparak meta hâline geldiği ve ücret karşılığı satıldığı insana aykırı koşullarda vardır.
Sosyalist toplum, ücretli emek toplumsal ilişkisi ve onunla birlikte işçi sınıfı ortadan kalktıktan sonra başlar. Sosyalist toplumda ücretli çalışan ya da işçi yoktur. Çünkü sosyalist toplumda işgücü meta olmaktan kurtulduğu için, işgücünü metalaştıran insana aykırı koşullarla birlikte ücret kavramı da buharlaşmıştır. Sosyalist toplumda doğrudan üreticiler, artık ücretli çalışan ya da işçi olarak değil, fakat özgürce birleşmiş komünal üreticiler olarak vardırlar.
Marks’ın sosyalist toplumu anlatırken kestirmeden işçi dediği vakidir ve bu durum, Marks’a aşina olan kimsenin kulağını tırmalamaz. Çünkü Marks’ın arkasında, ücretli emeğin şimdiki tersine dönmüş dünyaya ait olduğunu, tersine dönmüş dünya düzeltilince ücretli emeğin, dolayısıyla işçi sınıfının da ortadan kalkacağını anlatan koskoca bir külliyat vardır. Marks’a göre ücretli emek, komünal emeğin zuhur edişiyle birlikte tarih sahnesinden silinecek olan geçici ve alt bir toplumsal ilişki biçimidir:
“Köle emeği ve serf emeği gibi, ücretli emek de işini istekle, içinden gelerek, coşkuyla yapan birleşmiş emek (komünal emek – YZ) karşısında yok olmaya mahkûm, geçici ve alt bir biçimdir.” (K. Marks, “Uluslararası İşçi Derneği Açılış Konuşması”, 1864, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1864/10/27.htm)
Marks’ın komünal insanlık senfonisini seslendirirken, anlatım hızına yetişmek için, bir iki yerde “komünal üretici” notası yerine “işçi” notasına basmış olması esere halel getirmez. Ancak aynı şeyi Devlet ve Devrim için söyleyemeyiz. Çünkü Lenin, seslere sadece bir iki yerde değil, hemen hemen her yerde yanlış basıyor. Notaların Marks’ın çaldığıyla ilgisi yok. Lenin, komünal insanlık senfonisi yerine gulgule dinletiyor.
- “Bütün yurttaşlar ülke çapındaki tek devlet ‘kartel’inin çalışanları ve işçileri olurlar. Bütün gereken, yurttaşların eşit çalışarak kendi paylarına düşen işi yapmaları ve eşit ücret almalarıdır”:
Marks’ta komünist toplumun bütün aşamaları sınıfsızdır. Lenin ise Marks’ın sınıfsız toplum fikrini, komünist toplumun birinci aşamasında herkesin devletin kapısına işçi yazıldığı tek sınıflı toplum olarak karikatürleştirir.
Bütün “yurttaşların eşit çalışarak … eşit ücret almaları” demek, ücretli emek – sermaye ilişkisinin eşitlik illüzyonu altında bütün topluma yayılması ve devletin soyut kapitalisti temsil eder hâle gelmesi demektir. Eğer ücret varsa yabancılaşmış emek ortadan kalkmamış demektir:
“Hatta Proudhon’un talep ettiği ücret eşitliği bile, günümüz işçisinin kendi emeği ile olan ilişkisini (kendi emeğine yabancılaşmasını – YZ), bütün insanların emek ile ilişkisi durumuna dönüştürmekten başka bir sonuç vermez. Toplum o zaman soyut bir kapitalist olarak tasarlanmış olur.
“Ücret yabancılaşmış emeğin doğrudan bir sonucudur ve yabancılaşmış emek de özel mülkiyetin doğrudan nedenidir. Bunlardan birinin düşmesi, ötekinin de düşmesi demektir.” (K. Marks, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, İng., s. 78.)
Marks sermayenin genelleştiği ve herkesin eşit ücret aldığı toplumsal yapıyı şöyle tasvir eder:
“Topluluk sadece bir emek topluluğu ve ücret eşitliği topluluğudur. Ücretler topluluk sermayesi, yani evrensel kapitalist olarak topluluk tarafından ödenmektedir. İlişkinin her iki yanı da hayali bir evrenselliğe yükseltilmiştir: Emek herkesin içinde bulunduğu kategori, sermaye de topluluğun kabul edilmiş evrenselliği ve iktidarıdır.” (K. Marks, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, İng., s. 95.)
- “Toplumun tamamı, emek ve ücret eşitliğiyle, tek bir büro ve tek bir fabrika hâline gelecektir”:
Toplumu tek bir fabrika hâline getirmenin ne anlama geldiğini Marks’tan okuyalım:
“Modern bir fabrikadaki iş bölümü bütün bir topluma uygulanmak üzere model olarak alınırsa zenginlik üretimi için en iyi örgütlenmiş toplum, hiç kuşkusuz, topluluğun değişik üyelerine önceden saptanmış bir düzenleme uyarınca görev dağıtımı yapan tek bir büyük patrona sahip toplum olurdu.” (K. Marks, “Felsefenin Sefaleti”, 1847, Marks-Engels Toplu Eserler, İng., c. 6, s. 184.)
Toplumun tamamının tek bir fabrika hâline getirilmesi, toplumun tamamının tek bir şefin iradesi altında hiyerarşiye dizilmesi demektir.
Söylenen efsaneler ayıklanınca ortaya çıkıyor ki, Lenin, sosyalizm diye özgür bir toplum değil, fakat düpedüz totaliter bir kâbus tasvir etmiştir.
Sosyalizm bu mudur! Herkese, âdeta barkod basılı üniforma giydirilmiş! Marks’ta böyle bir anlatım var mı! Sosyalist topluma zihinsel bir açılım mı okuyoruz, yoksa George Orwell’in 1984’ünden bir pasajla mı karşı karşıyayız!
Marks’ın sosyalist toplum teorisi devletli, devlet mülkiyetli, politbürolu, gosplânlı “reel sosyalizm” aldatmasını asla aklamaz. Onun için “reel sosyalizm”, devletli ucubeyi meşrulaştıran Devlet ve Devrim’i âmentü katına çıkarmıştır.
Sen biliksin ve ol bilicidir
Cahiliye devri nazariye esnafı, “toplumu, biri diğerinden üstün olmak üzere iki parça” hâlinde tasavvur etti. Bir yanda düşünen özne, yani devrimci teoriyle donanmış parti vardı, öte yanda ise üstünde düşünülen nesne, yani bilisiz yığınlar vardı. İşçiler, içinde bulundukları köreltici koşullardan ötürü kendi başlarına devrimci bilince ulaşamazlardı. O hâlde, kutsal bilgiyle şereflenmiş olan parti, işçilere dışarıdan bilinç götürmeliydi.
Oysa Marks’a göre, devrimci bilincin kaynağı parti değil, fakat devrimci pratikti ve bizzat partinin kendisi de yığınların devrimci pratiği içinde eğitilip dönüşmeye muhtaçtı:
“3. Koşulların ve eğitimin değiştirilmesine dair materyalist öğreti, (Feuerbach materyalizmi – YZ) koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve bizzat eğiticinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. Bundan ötürü bu öğreti, toplumu, biri diğerinden üstün olmak üzere iki parçaya bölmek zorunda kalır.
“Koşulların değiştirilmesi ile insan faaliyetinin değiştirilmesi ya da insanın kendisini değiştirmesinin örtüşmesi, ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve akla uygun olarak anlaşılabilir.” (K. Marks, “Feuerbach Üzerine Tezler”, 1845, Alman İdeolojisi, haz. C. J. Arthur, İng., s. 121.)
Cahiliye devri, Marks’ın yukarıdaki uyarısını anlayamadı, yabancılaşmış faaliyeti yansıtan teori ile pratik ayrılığını, özne ile nesne düalizmini aşamadı. İşçi sınıfına “bilimsel doğrular”a göre yoğurulup şekil verilecek nesne muamelesi yaptı.
Lenin, Ne Yapmalı’da, Kautski’nin “bilinç dışarıdan götürülür” kerametini aynen alıp işledi. Lenin, kitapta, “şu son derece doğru ve önemli sözlerini aktaracağız” diyerek Kautski’den aşağıdaki alıntıyı verdi:
“… Şüphesiz ki, bir doktrin olarak sosyalizmin kökleri, tıpkı proletaryanın sınıf mücadelesinin kökleri gibi, modern ekonomik ilişkilerdedir. Sosyalizm, proletaryanın sınıf mücadelesi gibi, kapitalizmin yığınlarda yarattığı yoksulluk ve sefalete karşı mücadeleden doğar. Ama sosyalizm ve sınıf mücadelesi, biri ötekisinden değil, fakat yan yana yükselir. Her biri farklı koşullar altında yükselir. Modern sosyalist bilinç ancak derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. Gerçekten de modern ekonomi bilimi, en az mesela modern teknoloji kadar sosyalist üretim için bir koşuldur. Ve proletarya, ne kadar isterse istesin, ne modern ekonomi bilimini ne de modern teknolojiyi yaratabilir. Bunların her ikisi de modern toplumsal süreçten yükselir. Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır (italikler K. K.’nin). Modern sosyalizm, bu tabakanın bireysel üyelerinin zihinlerinde oluşmuştur. O bireysel üyeler, modern sosyalizmi entelektüel olarak daha gelişmiş proleterlere iletmişler, onlar da koşulların elverdiği yerlerde proleter sınıf mücadelesine sunmuşlardır. Demek ki, sosyalist bilinç proleter sınıf mücadelesine dışarıdan sunulan bir şeydir, proleter sınıf mücadelesinin içinden kendiliğinden yükselen bir şey değildir.” (V. İ. Lenin, “Ne Yapmalı”, 1901-1902, TE, İng., c. 5, s. 383-384.)
Kautski’nin ileri sürdüğüne ve Lenin’in de benimsediğine göre,
- Sosyalizm bir doktrindir.
- Modern sosyalizm burjuva aydın bireylerin zihinlerinde oluşmuştur.
- “Sosyalist bilinç proleter sınıf mücadelesine dışarıdan sunulan bir şeydir, proleter sınıf mücadelesinin içinden kendiliğinden yükselen bir şey değildir.”
Lenin, işçiler arasında sosyalist bilincin oluşamayacağını ve sosyalizm teorisinin burjuva aydınlar tarafından geliştirildiğini kendi sözleriyle şöyle ifade etti:
“İşçiler arasında sosyal-demokrat bilincin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara dışarıdan getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı sırf kendi çabasıyla sadece sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükûmeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. Oysa sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların eğitimli temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen felsefi, tarihsel ve ekonomik teorilerden doğmuştur. Modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marks ve Engels, toplumsal konumları itibarıyla burjuva aydın tabakasına mensupturlar.” (V. İ. Lenin, “Ne Yapmalı”, 1901-1902, TE, İng., c. 5, s. 375.)
Lenin’in, yukarıdaki “sosyalizm teorisi” ve “modern bilimsel sosyalizm” ifadeleriyle Marks’ın teorisini kastettiğini anlıyoruz. Lenin’e göre Marks’ın teorisi, burjuva aydınların geliştirdiği “felsefi, tarihsel ve ekonomik teorilerden” doğmuştur.
Lenin’in sözünü ettiği “felsefi, tarihsel ve ekonomik teoriler”, mevcut akıl dışı dünyayı akla uygunmuş gibi gösteren teorilerdir. Marks’ın teorisi, insana aykırı dünyanın zihinsel yansıması olan o teorilerden doğmuş değildir. Marks, tam tersine, o teorileri eleştirmiştir.
Kautski – Lenin süreği, Marks’ın geliştirdiği insanlığın kurtuluşu teorisini sanki bir doktrinmiş gibi, yani fânilerin uyması gereken bir doğrular manzumesiymiş gibi takdim etti. Bu şekilde bir takdim, zımnen, kutsal doğruları bilenler ile bilmeyenler arasına bir ayrım çizgisi çeker. Bilenler, yani “bilimsel sosyalizm”in sırrına ermişler, kurtarıcılık misyonuyla şereflenmişlerdir. Bilmeyenler, yani kurtarılmayı bekleyen sıradan işçiler ise kendi başlarına ancak sendikal bilince erişebilirler. Onun için “bilim”den el almış olan üstünler, işçi sınıfına dışarıdan bilinç götürmeli ve onlara kurtulmak için ne yapmaları gerektiğini öğretmelidirler! İşçiler de kendilerine yol tarif eden bu keramet sahiplerine itaat etmelidirler!
İnsanlara yukarılardaki mistik otoriteye teslim olmayı öğütleyen ideolojik sürek çok eskilere gider. On birinci yüzyıl Fars soylularından Keykâvus, Kabusnâme’de şöyle der:
Sen nakışsın ve ol nakkaştır
Sen biliksin ve ol bilicidir
“Reel sosyalizm”in servis ettiği takma akıl, işçi sınıfına nesne muamelesi yapma sapkınlığını şöyle sloganlaştırdı: “Devrimin öznel faktörü partidir!”
Oysa sosyalist toplumsal devrim, devrimci pratik içinde kendilerini ve koşulları değiştiren muazzam kalabalıkların eseri olacaktır. Partiler, devrimci örgütler, yığınların gitgide açımlanan mücadelesi içinde, anbean kendilerini dönüştürebildikleri ölçüde sosyalist toplumsal devrimin kolektif öznesinin bileşenleri hâline gelebilirler.