▪ Sosyalizme gidiş mukadder değildir
▪ Sosyalist toplumsal devrim
Bilgi yoğun teknolojilerin değer ilişkisine dayalı üretimi çöküşe sürüklediğini tespit etmek, çağımızı çözümlemede anahtardır.
Bilgi yoğun teknolojiler emeğin üretkenliğini olağanüstü artırıyor, böylece canlı emeğe olan ihtiyaç azalıyor. Üretimde canlı emek kullanımı azaldıkça, canlı emeğin yarattığı artı-değer miktarı da azalıyor. Bu durumda kâr oranları düşüyor, sermaye birikimi yavaşlıyor.
Kapitalizmin bütün işleyişi değer ilişkisi üstüne oturur. Değerin işlevi, toplumsal emeği üretim dalları arasında paylaştırmaktır. Toplumsal emeği üretim dalları arasında paylaştırma işinin, değerin sapkın toplumsal iktidarı yerine, doğrudan üreticilerin komünal iradesi tarafından yapılmasının nesnel koşulları bilgi yoğun teknolojik temelde doğuyor. Bilgi yoğun teknolojiler, değer ötesi üretimin insanlığın ufkuna girmeye başladığını müjdeliyor.
Marks, değerin ve ona dayanan ücretli emek – sermaye ilişkisinin çöküş mekanizmasını şöyle anlatır:
“Canlı emeğin nesnelleşmiş emekle mübadelesi, yani toplumsal emeğin sermaye ile ücretli emek çelişkisi biçiminde vazedilmesi, değer ilişkisinin ve değere dayalı üretimin nihai gelişme aşamasıdır. Bu ilişkinin önvarsayımı, zenginlik üretiminde belirleyici faktör olarak doğrudan emek zamanı kitlesidir, yani harcanan emek miktarıdır. Ama büyük sanayi geliştikçe, reel zenginlik yaratımı, emek zamanına ve harcanan emek miktarına giderek daha az, ama emek zamanı sırasında harekete geçirilen mekanik unsurların gücüne giderek daha çok bağımlı olmaya başlar. Emek zamanı sırasında harekete geçirilen bu unsurların (makinelerin – YZ) üretimlerinde harcanan doğrudan emek zamanı ile bu unsurların muazzam verimlilikleri arasında hiçbir bağ yoktur. Bu unsurların muazzam verimliliği daha çok bilimin genel durumuna ya da bilimin üretime uygulanışı demek olan teknolojinin ne derece ileri olduğuna bağlıdır. …
“Reel zenginlik, büyük sanayiin ifşa ettiği gibi, daha ziyade, harcanan emek zamanı ile bunun ürünü arasındaki müthiş oransızlıkta ve saf bir soyutlamaya indirgenen emek ile o emeğin nezaret ettiği üretim sürecinin gücü arasındaki niteliksel oransızlıkta kendini gösterir. Emek, üretim sürecine artık çok da içselmiş gibi görünmez. İnsan faktörü, daha ziyade, üretim sürecine nezaret eden ve onu düzenleyen bir konum alır.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 704-705.)
Marks buraya kadar, teknolojinin getirdiği muazzam verimlilik artışı sayesinde emek zamanının olağanüstü azalmasından ötürü, değere dayalı üretimin teorik sınırına yaklaştığını anlatıyor. Marks buradan sonra, düşünceyi değere dayalı toplumdan alıp değer ötesi topluma götürüyor:
“İşçi artık, kendisi ile emek nesnesi arasına dönüştürülmüş bir doğa nesnesini bir aracı uzuv gibi sokmaz. İşçi, şimdi artık, kendisi ile -egemenliği altına aldığı- inorganik doğa arasına, sınai bir süreç hâline getirdiği doğa sürecini (doğa güçlerini insanın hizmetine koşan bilgi yoğun teknolojileri – YZ) sokar. İşçi artık, üretim sürecinin baş aktörü değildir. O artık, sürecin yanı başına geçmiş bir nezaretçidir. Bu dönüşümden sonra, üretimin ve zenginliğin ana dayanağı ne insanın harcadığı doğrudan emektir ne de çalıştığı süredir. Üretimin ve zenginliğin ana dayanağı, insanın kendi genel üretici gücünü, doğa bilgisini ve doğa üzerindeki egemenliğini kendi toplumsal varlığına mal etmesidir, kısacası, toplumsal bireyin gelişmesidir. Günümüzde zenginliğin dayandığı yabancı emek zamanı hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir.
“Doğrudan biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıktığı anda, emek zamanı da zenginliğin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Dolayısıyla mübadele değeri de kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkmak zorundadır. Yığınların artı-emeği, genel zenginliğin gelişiminin koşulu olmaktan çıkar. Onunla birlikte, küçük bir azınlığın üretim sürecinde çalışmazlığı da insan zihninin evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkar.
“Böylece mübadele değerine dayalı üretim çöker ve doğrudan maddi üretim süreci, sefil ve antagonist biçimlerinden kendini kurtarır. Ondan sonra bireyler özgürce gelişme durumuna geçerler. Bundan böyle mesele, artı-emek zamanı yaratmak için gerekli emek zamanını düşürme meselesi değil, fakat toplumun gerekli emeğini minimuma düşürme meselesidir. Toplumun gerekli emeğinin minimuma düşürülmesine, herkese açık olan serbest zaman ve araçlar sayesinde herkesin sanatta, bilimde vb. gelişmeleri tekabül eder.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 705-706.)
Sermayenin tarihsel mazereti, insanın üretici güçlerini çarpık da olsa geliştirmesidir. O zaman soru şudur: İnsanın üretici güçleri nereye kadar gelişmelidir ki, sermaye gereksiz hâle gelmiş olsun? Başka bir deyişle, insanın üretici güçleri ne düzeye ulaşmalıdır ki, inkârın inkârının, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının yeniden birliğini sağlamanın nesnel temeli ortaya çıkmış olsun?
Marks yukarıda “büyük sanayi” kodlaması altında, sermayeden kurtuluşun nesnel temelini döşeyen üretici güçler düzeyini tarif ediyor. “Büyük sanayi” lâfzına değil, fakat o kodlama altında anlatılanlara bakınca, sermayeden kurtuluşun nesnel temelini sağlayacak olan üretici güçler düzeyinin, işçiyi üretim sürecinin yanı başındaki nezaretçi konumuna yükselten ve emek süresini olağanüstü düşüren düzey olduğu anlaşılıyor.
Günümüzde işçiyi üretimin dışına çıkarmakta olan bilgi yoğun teknolojiler, bu farklı nitelikteki üretici güçleri müjdeliyor. Sınıfsız toplumda robotlara, otomatize sistemlere nezaret edecek ve zihinsel emeğe yoğunlaşacak olan komünal üreticilerin, bugünkü sınıflı koşullarda işçi suretindeki prototipi doğuyor.
Bilgi yoğun teknolojiler sayesinde emek üretkenliği olağanüstü artıyor. Gittikçe azalan emek miktarıyla gittikçe artan miktarda ürün üretiliyor. Böylece tarihte ilk kez bolluğu üretmek, insanın iktidar alanına girmeye başlıyor. Bilgi yoğun teknolojilerin ortaya çıkışı, değer ötesi toplumun ütopik bir kuruntu değil, fakat şimdiden pratiğin ufkuna giren akli bir öngörü olduğunu kanıtlıyor.
Ancak bilgi yoğun teknolojilerin bolluğu yaratma potansiyeli, kapitalizm altında işçiyi işsizliğe mahkûm eden sonuçlar veriyor. Bilgi yoğun teknolojilerin daha az işçiyle daha çok üretimi mümkün kılması, işçilerin “fazla”sını ücret sisteminin dışına itiyor. Kapitalizm koşullarında emek üretkenliğinin artması, işçinin karşısına onu işsiz bırakan, açlığa mahkûm eden düşman bir güç olarak çıkıyor.
Emek üretkenliğindeki artışın kâr oranını düşürmesi sistem içinde telâfi edilemez hâle gelince, krizler devreye girer. Ansızın patlayan krizler, birikmiş değer kitlelerinin fazlasını silerek bozulan dengeyi bir süreliğine tekrar kurar. Krizler üretici güçleri kırıp döker, toplam sermayenin fazlasını iflâs ettirir, böylece toplam sermayeyi kâr edebileceği noktaya kadar zorla küçültür:
“Kârın bu düşüşü doğrudan emeğin yeniden ürettiği ve yeni vazettiği nesnelleşmiş emeğin büyüklüğüne göre azalması demek olduğuna göre, sermaye, canlı emeğin sermayenin bütününe oranla küçülmesini, dolayısıyla kâr denen artı-değerin yatırılmış sermayeye oranla küçülmesini durdurmak için her çareye başvurur. Bu amaçla, gerekli emeğe ayırdığı payı azaltmaya ve daha da önemlisi, harcanan toplam emek içindeki artı-emek miktarını genişletmeye çalışır. Böylelikle üretici güçlerin en yüksek gelişme düzeyi ve zenginliğin muazzam genişlemesi ile sermayenin yıpranması ve işçinin alçaltılıp yaşamsal güçlerinin en acımasızca tüketilmesi üst üste düşer. Bu çelişkiler, emeğin aniden durduğu ve sermayenin büyük bir bölümünün yıkıma uğradığı patlamalara, çalkantılara, krizlere yol açar. Böylece sermaye varlığını sürdürebileceği noktaya kadar zorla küçültülür. Sermaye, intihar etmeden, üretici güçlerini bütünüyle işe koşabileceği noktaya kadar zorla indirilir. Ama bu düzenli olarak tekerrür eden felâketler, her seferinde daha büyük çapta tekrarlanarak, en sonunda sermayenin devrilip gittiği bir şiddet noktasına varacaktır.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 750.)
Öteki faktörleri sabit tutarak, bilgi yoğun teknolojilerin sağladığı olağanüstü üretkenliğin, canlı emeği hepten devre dışına çıkarma noktasına yaklaştığını tahayyül edelim. Bu teorik eşikte, emek zamanı zenginliğin ölçüsü olmaktan çıkar ve böylece mübadele değerine dayalı üretim çöker. İşleri bu noktaya doğru götüren süreç, bütün dünyaya “ya sosyalizm ya barbarlık” ikilemini dayatan süreçtir. Bu süreçte ya bütün dünya mülksüzleri birleşerek hep birlikte değer ilişkisini parçalayıp atarlar ve kendi faaliyetlerini kendi ellerine alırlar ya da insanlık mutlak bir çöküşe uğrar ve o zamana dek görülmedik müthiş bir yıkım gelir.
Sosyalizme gidiş mukadder değildir
Bilgi yoğun teknoloji kullanımı arttıkça, sermayeyi teorik sınırına doğru götüren süreç de ilerlemektedir. Bu süreç hem barbarlığa hem de değer ötesi topluma gidiş potansiyelini aynı anda içinde barındırmaktadır. Sürecin sosyalizme doğru yönlendirilmesi, bütün dünya mülksüzlerinin birleşerek dünyanın gidişine el koymasına bağlıdır.
Sermaye kendine mütemadiyen yeni değer kitleleri katamazsa yaşayamaz. Sermaye, onun için, yeni değer kitlelerinin üretilebileceği ortak yaşam alanlarına, geçmiş kuşaklardan kalan tarihsel mirasa, insanın inorganik bedeni olan doğaya azgınca saldırmaktadır. Sermaye, yaşamdan koparılabilecek ne kaldıysa etrafını “çitle çevirip” metalaştırmaktadır. Böylece insanlar, kendi faaliyetleriyle yarattıkları insan yiyen canavarın gittikçe daha çok esiri olmaktadırlar:
“Tarihte şimdiye kadar ampirik olarak kesin bir gerçektir ki, tekil bireyler, faaliyetlerinin dünya-tarihsel faaliyete genişlemesiyle birlikte, kendilerine yabancı bir gücün … gittikçe daha çok esiri olmuşlardır. Gittikçe devleşen bu kudret, kendini en son kademede, dünya pazarı olarak ortaya koyar.” (K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, 1845-1846, MESE, İng., c. 1, s. 39.)
Günümüzde bilgi yoğun teknolojileri kullanan sermaye, üretim sürecinin zaman-mekân boyutunu ufalamakta, aynı anda farklı iklimlerde aynı üretim sürecini yönetmektedir. Böylece dünya çapında daha derin bir toplumsallaşma örülmektedir. Birbirlerinden uzak coğrafyalarda yaşayan işçiler, aynı bütünsel üretim faaliyeti içinde kendilerini yeniden üreterek, gerçek anlamda dünya işçi sınıfına büyümektedirler.
Sermayenin ülkeden ülkeye hızla kayması, oynak meta fiyatları, borsalar, finansal işlemler, günlük yaşamı anında dalgalandırmaktadır. Yerkürenin her köşesindeki emekçiler, kaderlerinin nasıl da dünya pazarına, döviz kurlarına, borsalara, bu akıl sır ermez güçlere bağlı olduğunu fiilen yaşayarak görmektedirler.
Mevcut tersine dönmüş dünyada, dünyanın gidişini yöneten evrensel bir özne yoktur. Çünkü özne olması gereken insanlar, kendi yarattıkları insana aykırı toplumsal ilişkilerin, özel mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, ücretli emeğin, sermayenin, dünya pazarının tahakkümü altındaki nesne durumuna düşmüşlerdir.
Otonom bir güç olarak insanların hayatıyla oynayan sermaye, birbirleriyle rekabet hâlindeki toplumsal ilişki öbeklerinden oluşmaktadır. Kıyasıya rekabet içindeki sermaye öbekleri, birbirlerini, üretici güçleri, insanı, doğayı kıra döke dünyayı bir felâkete doğru sürüklemektedir. Küresel egemenlik iddiasındaki güç merkezleri de dünyanın gidişini anlamlı ölçüde kontrol etme iktidarında değillerdir.
Bir an için sınıf mücadelesini sabit tutarak, kapitalist küreselleşmenin kendi mecrasında gelişmeye devam ettiğini düşünelim. Kapitalist küreselleşmenin ilerlemesi, acaba bir gün, bütün dünyayı tek bir küresel toplum illüzyonu altında istikrara kavuşturabilir mi? Acaba dünya, tek bir sermaye tröstünün egemenliği altındaki tek bir hapishaneye dönüşebilir mi?
Sermaye, değer toplumsal ilişkisinin bir türevidir. Nasıl ki metaların değerleri pazarda birbirleriyle mübadele ve rekabet ilişkisi içinde realize olur, aynı şekilde sermayelerin de değerleri birbirleriyle mübadele ve rekabet ilişkisi içinde realize olur.
Karşısında mübadele ilişkisine girebileceği başka sermayenin kalmadığı spekülatif bir durum, sermayenin artık hareket edemeyeceği, bu nedenle de kendi içine çökeceği bir durumdur. Dolayısıyla, bütün dünyadaki üretim süreçlerini tek bir plân altında örgütleyecek, böylece bütün dünyada istikrarı sağlayacak tek bir sermayenin ortaya çıkması teorik olarak mümkün değildir:
“Kavramsal açıdan rekabet, sermayenin içsel doğasının, esas karakterinin çok sayıda sermayenin birbirleriyle karşılıklı etkileşimi biçiminde belirmesi ve realize olmasından, içsel eğilimin dışsal zorunluluk olarak tezahür etmesinden başka bir şey değildir. (Sermaye, ancak ve ancak, çok sayıda sermaye olarak varlık bulabilir. Bu nedenle, sermayenin kendi kendini tayin edişi, çok sayıda sermayenin birbirleriyle karşılıklı etkileşimi olarak görünür.)” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 414.)
“Değer sermayenin temelini oluşturduğuna göre ve dolayısıyla sermaye ancak karşı-değerler ile mübadele içinde var olabileceğine göre, sermaye zorunlu olarak kendini kendinden iter. Bu nedenle, mübadeleye girebileceği dışlak sermayelerle karşı karşıya olmayan bir evrensel sermaye yok hükmündeki bir şeydir.” (K. Marks, Grundrisse, 1857-1858, çev. Martin Nicolaus, İng., s. 421.)
Günümüz dünyası küresel sermaye bloklarının devasa mücadelesine sahne olmaktadır. Birbirlerine rakip küresel sermaye blokları, dünyayı kendi egemenlikleri altında yeniden yapılandırma mücadelesi vermektedir. Ülkelere, bölgelere müdahale edilmekte, derinden derine stratejik pozisyonlar alınmaktadır.
Bu çılgın gidişat, ancak, bütün dünya mülksüzlerinin evrensel özne hâline gelerek duruma el koymasıyla durdurulabilir. Mücadelenin her anında “ya sosyalizm ya barbarlık” ikilemi kendini dayatmaktadır. Cahiliye devri icadı teorilerin ima ettiği gibi sosyalizme gidiş mukadder değildir.
Komünal insanlık, ancak bütün dünya mülksüzlerinin bilinçli müdahalesiyle yaratılabilir. Komünal dünya, ancak onu yaratacak olan komünal bilinç doğarsa ortaya çıkacaktır. Eğer o kurucu bilinç oluşmazsa komünal insanlık da asla olmayacaktır.
İnsanın komünal insan olma yolunda ne kadar ilerleyeceği, her tarihsel menzildeki koşullar temelinde nasıl bir mücadele yürüteceğine bağlıdır. Başka bir deyişle, her nesil içinde belirdiği tarihsel koşullarla hesaplaşırken, ne kadar insan olma iradesi gösterirse dünya da komünal insanlığa o kadar yaklaşacaktır.
Sosyalist toplumsal devrim
İçinde bulunduğumuz tersine dönmüş dünyayı yaratan, insana aykırı faaliyet tarzıdır. O hâlde, tersine dönmüş dünyayı tekrar tersine döndürerek düzeltmek için insana aykırı faaliyeti ortadan kaldırmak, böylece sahici insan faaliyetine, yani komünal faaliyete geçmek gerekir.
İnsanlığı kurtuluşa götürecek olan bu dünya-tarihsel seferberliğe sosyalist toplumsal devrim denir. Sosyalist toplumsal devrim, her şeyin birdenbire değişeceği bir kader anı ya da mahşer günü demek değildir. Sosyalist toplumsal devrim, insana aykırı faaliyet tarzından komünal faaliyet tarzına geçişin yaşanacağı uzun bir tarihsel dönüşüm dönemine tekabül eder.
İnsana aykırı faaliyet tarzının merkezinde insana yabancılaşmış emek faaliyeti yer alır. Yabancılaşmış emek, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının ilkel komünal topluluklardaki birliğinin inkârıyla doğmuştur. Sosyalist toplumsal devrim, işte bu kadim inkârın inkârı demektir. Sosyalist toplumsal devrimin tarihsel işlevi, inkârın inkârını gerçekleştirmek, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birliğini “yeni bir tarihsel biçim içinde yeniden” kurmaktır:
“Emek adamı ile emek araçları arasında bir kere ayrılma olduktan sonra, bu durum, yeni ve köklü bir devrim (sosyalist toplumsal devrim – YZ) üretim tarzını tekrar altüst edip başlangıçtaki birliği yeni bir tarihsel biçim içinde yeniden kuruncaya kadar varlığını sürdürecek ve devamlı artan ölçekte kendini yeniden üretecektir.” (K. Marks, “Ücret, Fiyat, Kâr”, 1865, MESE, İng., c. 2, s. 56.)
Marks’a göre sosyalist (komünist) toplumsal devrimin önceki toplumsal devrimlerden farkı, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşulları arasındaki birliği yeniden kurmak suretiyle, bu ikisinin ayrılığından doğan yabancılaşmış emeği ortadan kaldırmaktır:
“Şimdiye kadarki bütün devrimlerde faaliyet tarzına hiç dokunulmadı. Söz konusu olan, sadece bu faaliyetin değişik bir dağıtımıydı, öteki kişiler arasında yeni bir iş bölümüydü. Oysa komünist devrim, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelir, emeği (yabancılaşmış emeği – YZ) ortadan kaldırır.” (K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, 1845-1846, MESE, İng., c. 1, s. 40-41.)
Marks, üretici faaliyet olarak emeği, iki boyutta ele alır. Birincisi, emeğin genel-evrensel boyutudur. İkincisi, emeğin belli tarihsel koşullara özgü boyutudur.
Emek faaliyetinin genel-evrensel anlamı, insan ile doğa arasındaki alışverişi sağlayan aracı süreç olmasıdır. Genel-evrensel anlamda emek, insan ile doğa arasındaki maddi alışverişi sağlamanın zorunlu koşuludur. İnsanın varoluşuna doğanın dayattığı ebedî koşuldur.
Marks, emek kavramını genel-evrensel anlamda şöyle kullanır:
“Kullanım değerinin yaratıcısı olarak emek, … bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak insan soyunun varlığı için zorunlu bir koşuldur, doğanın dayattığı ebedî zorunluluktur. Doğanın dayattığı bu ebedî zorunluluk olmaksızın insan ile doğa arasında maddi alışveriş olamaz, dolayısıyla yaşam da olamaz.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 50.)
“Emek süreci, … insan ile doğa arasında madde alışverişi sağlamanın zorunlu koşuludur. Emek süreci, insanın varoluşuna doğanın dayattığı ebedî koşuldur. Bu nedenle de emek süreci, insanın varoluşunun bütün toplumsal aşamalarından bağımsızdır, ya da daha doğrusu, bütün toplumsal aşamalarda ortaktır.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 179.)
Yukarıdaki belirlemelerden anlıyoruz ki, genel-evrensel anlamıyla emek faaliyeti, doğanın insana ebediyen dayattığı bir zorunluluk ya da koşul olarak, komünal geleceğin bütün aşamalarında var olmaya devam edecektir.
Marks, emeği bir de “yabancılaşmış emek” anlamında kullanır. Bu kullanım, genel-evrensel anlamdaki emek faaliyetine değil, fakat emek faaliyetinin belli tarihsel koşullardaki sapkınlaşmış hâline işaret eder. Marks “komünist devrim, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelir, emeği ortadan kaldırır” derken, yabancılaşmış emeği kasteder.
Sosyalist toplumsal devrim, genel-evrensel anlamdaki emek faaliyetini ortadan kaldırmaz. Sosyalist toplumsal devrim, “insanın varoluşuna doğanın dayattığı ebedî koşul” anlamındaki emeği değil, fakat emeğin sapkınlaşmış hâli olan yabancılaşmış emeği ortadan kaldırır.
Yabancılaşmış emeğin sapkın niteliği, burjuva toplumu saran bütün insana yabancılaşmış faaliyet biçimlerinde, örneğin ücretli emek olarak, sermaye olarak kendini dışa vurur. Buradan hareketle yabancılaşmış emek tâbiri, yer yer, insana yabancılaşmış faaliyetin tamamı için de kullanılır.
Sosyalist toplumsal devrimin yabancılaşmış emeği ortadan kaldırması, yabancılaşmış emekten türeyen bütün insana yabancılaşmış faaliyet biçimlerini de ortadan kaldırması demektir. Bu anlamda, Marks’ın ortadan kaldırılacaktır dediği “daha önceki faaliyet tarzı”nın başlıca tezahürleri şunlardır:
İnsanı parçalayan iş bölümü, özel mülkiyet, mübadele, meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye, ücret, fiyat, kâr, rant, faiz… Yalıtık birey, sivil toplum, sınıf, hukuk, siyaset, devlet…
Bütün bu kavramların hepsinin birbirleriyle içsel bağlantısı vardır. Çünkü o kavramların ifade ettiği insana aykırı toplumsal ilişkiler, toplumdaki yabancılaşmış karakterin çeşitli tezahürleridir. İnsana aykırı toplumsal ilişkiler, dışsal bakışla, birbirlerinden kopukmuş gibi görünürler, ama aynı yabancılaşmış faaliyetin çeşitli tezahürleri oldukları için gerçekte bütünsel bir örgüyü, yani kapitalist toplumu meydana getirirler.
Aşağıdaki ifadeler, gerçekleştireceği hedeflere referansla, sosyalist toplumsal devrimi tanımlar:
- İnkârın inkâr edilmesi. (İlkel komünal topluluklardan bu yana doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının spontane birliğini inkâr edegelen yabancılaşma sürecinin inkâr edilmesi. Böylece başlangıçtaki birliğin üst düzeyde yeniden sağlanması.)
- Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının sahici birliğinin sağlanması.
- Üretim araçları üstünde toplumsal, yani komünal mülkiyetin kurulması.
- İnsanı parçalayan iş bölümünün, özel mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, pazarın, ücretli emeğin, sermayenin, kısacası değer yasasının ifade ettiği bütün insana aykırı toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılması.
- Doğrudan üreticilerin birleşerek kendilerini komünal özne olarak kurmaları, böylece kendi faaliyetlerini kendi ellerine almaları, yani kendi faaliyetlerini kendi iradelerinin nesnesi hâline getirmeleri.
- Faaliyetin parçalılığına, ekonomi ile siyaset alanlarının birbirinden ayrılığına son verilmesi, böylece faaliyetin bütünleşik bir akış hâlinde insana geri dönmesi.
- İnsanın insan olması, yani insanın komünalleşerek kendi insan doğasına dönmesi.
- Yalıtık bireyin yerini komünal bireyin alması.
- Sivil toplumun yerini sahici insan toplumunun, yani komünal toplumun alması.
- Sınıfsız, devletsiz, siyasetsiz, hiyerarşisiz faaliyetin, yani özgür, komünal faaliyetin yaratılması.
Dünya-tarihsel devrimci dönüşüm süreci sonunda, yukarıdaki teorik eşik aşıldığı andan itibaren insanlığın gerçek tarihi başlamış olacaktır. Bu teorik eşikten önceki insana yabancılaşmış faaliyet tarihi ise insanlığın tarih öncesine aittir.